Kanlı ihtilalden yedi yıl geçmesine rağmen bir türlü Fransa ve beraberindeki halk, ihtilal öncesindeki burjuva zenginlerinin, baronların, din adamlarının güçlerini ve siyasilerinin yolsuzluklarını önleyebilmiş değildi. Fakir halk yine fakir şekilde kalmış, bir türlü refaha kavuşamamıştı. Zengin, daha doğrusu rejim yanlısı zenginler hazinelerini ikiye, üçe, belki de beşe katlamışlardı. Adalet ve eşitliğin sınıf ayırt etmeksizin her insanda yaşatılması gerekirken, fakirden çalan zenginler sadece kendi aralarındaki gücü eşitlemiş, güçlenmişti. 


Avrupa'nın ticaretinin odak noktası, can damarı sayılacak kadar önemli olan Fransa'nın büyük, en büyük sorunlarından biri de kölelikti. Kanlı ihtilali gerçekleştirenler şüphesiz geçinemeyen tacir, doyamayan fakir, ezilip kırbaçlanan kölelerdi. Ancak haklardan mahrum kalan, ihtilali gerçekleştirenlerden başkası değildi. İnsanlığın yüz karası olan köleliğin bitmesi, kaldırılması gerekirken bir türlü köle sayısı azaltılamamış, boyunduruk altında yaşamaya illegal yollarla devam etmişti. Yasaklar artmasına rağmen bu sadece yazıda kalıyor, devletin başındaki problemler yüzünden bir türlü denetlenemiyordu. 


Yirmisini henüz yeni bitirmiş kızıl saçlı, Fabiente de köle kalmışlardan sadece biriydi. Köle olarak doğduğunu ve hizmetçi olarak büyüdüğünü, fakirliği biliyordu sadece. Bu beyaz tenli kız, annesiyle birlikte geliri iyi sayılabilecek ailelerin ahırlarında temizlik yapar, pis kokulu domuz dışkılarıyla, birikmiş odunları kırmakla uğraşırdı. Bazen bekar sarhoşların yanında çalışır, kalçasına dikilen gözlere, sahiplerinin kötü davranışlarına karın tokluğu için göz yumduğu olurdu.


Fabiente gençliğinin en verimli yaşlarında annesini, Paris’in sokaklarında kol gezen vebadan kaybetmesiyle tek başına kalmıştı. Küçük Fabiente acısını yüreğine gömüp şehirde uzun uğraşlar sonucu tek başına yaşayan yaşlı bir kadının yanında hizmetçi olarak işe koyulmayı başarabilmişti. Günlük ev işlerini her gün titizlikle yapıp sahiplerinin gönlünü almaya başarmışken ev sahibinin ani ölümü sonrası oğulları tarafından işine son verilmiş, kendisini kapıda buluvermişti.


Faibente artık daha güçsüzdü. Zayıftı. Pürüzsüz, iş görmemiş eller tarafından çöplüğe, Paris sokaklarına itilmişti. Ne yapacağını bilemez haldeydi. Baş döndüren güneşin tepeden eksik olmadığı günler yiyecek bir şeyler aramaya çıkar, adım atacak gücü kalmazdı. Pek göz önünde olmayan kuytu köşelerde oturur, günün bitmesini, evsizlerin güneş yerine koyduğu ayın doğmasını beklerdi. Geceyi seviyor oluşu herkesten gizlenip çöpleri rahatça karıştırabiliyor olmasıydı. 

 

Paris’in sokaklarında temmuz sıcağının etkisi, gece rüzgarın hafif esintisiyle devam ederken Fabiente ışıklı, rengarenk Rue Montorgueil Caddesi'nden, ışığın daha az parladığı karanlık sokaklara girmişti. Acıkmıştı. Karın açlığını bastırma içgüdüsüyle çöpleri karıştırıyordu. Marulla dolu çöpten başını kaldırdığında “Glazi Usta'nın Fırını” adıyla yazılmış tabelayı gördü. Işıkları kapalıydı. İçeri ağır adımlarla yaklaşarak süzmeye başlamıştı. Ekmek, kek, pasta...


O sırada da her şeyden habersiz İhtiyar Glazi, dükkanı kapatmadan hemen önce son hazırlıklarını yapıyordu. Işıkları söndürmüş, kasadaki paraları cebine, eve götüreceği kek ve ekmekle dolu poşetini eline alacakken birtakım sesler duyup etrafına bakındı. Bir şey göremeyince işine döndü. Sokaktaki uyuz köpeklerden biridir diye düşündü. Önlüğünü çıkartacakken az önceki sesleri, tıkırtıları bir daha duyunca anladı, kapı zorlanıyordu. Hırsızın içeriye girmeye çalıştığını ilk önce gölgesinden ve sonra açılan kapının sesinden anladı. Bu bir hırsızdı. Genç bir hırsız... İhtiyar Glazi'nin gözleri büyümüş, gelen hırsızı izlemeye başlamıştı. Sokak lambasının sarı ışığı arkadan vurduğundan gelenin yüzünü seçemiyordu. Telaşla ocağın altından közler için kullandığı kararmış demiri aldı. Tedirgindi. Yavaş yavaş pasta raflarının arasından ses çıkarmadan hırsızın arkasına geçti. Hırsız arkası dönük eğilmiş vaziyetteyken onun zayıf bir erkek olduğunu düşündü. Köz demiri ani bir hareketle havaya kaldıran Glazi, hırsızın sırtına vuracaktı ki, genç Fabiente ayak sesine doğru döndüğünde ihtiyar Glazi’nin sert maşasını yüzünün sol tarafında hissetti. Sendeledi. Beyaz yüzü kana bürünmüştü. Acı içindeydi. Kaçmaya başladı. 


Glazi şaşırmıştı. Onu, gölgesinden dolayı erkek zannetmişti. Üstelik yüzüne değil, sırtına vuracak, korkutup dükkanından kaçıracaktı. Ne olduğuna şaşıran Glazi, kısacık anda ter içinde kalmıştı. “Ah, ne yaptım ben!” dedi, sessizce. “Aman Tanrım, ne yaptım?” Kan izlerini takip ettiğinde duvardaki lekeleri gördü. Dükkandan çıktığında onun narin, incecik bedenini yerde ölü şekilde uzanırken gördü. Nefes almıyor, hareket etmiyordu.  Elinden kaçarken fırlayan somun ekmeğini o sırada geçmekte olan bitli, uyuz, hasta bir köpek iştahla ağzına alıp oradan ağır adımlarla uzaklaşmıştı. 


Fabiente, aldığı darbeden dolayı beyin kanaması geçirmiş, açlık duygusuyla çaldığı somun ekmeği yüzünden bir hiç uğruna öldürülmüştü. Şu kısacık hayatında onun elinden tutan olmadığı gibi şansı da bir türlü yanında olmamıştı. Ölümü gibi... Sefaletten, açlıktan, dışlanmışlıktan başka bir duyguyu yaşamamıştı. Paris’in her sokağında, kuytu köşe başlarında açlığın getirdiği mecburiyetten Fabiente gibi hırsızlık yapan, başkasından çalan, sefaletle boğuşan gençler ve küçücük çocuklar gizliden gizliye öldürülüyordu. Yarın olacak, hayatın cefasını bir gün bile yaşamamış olan Glazi ve zengin komşuları, toplanıp yerde kurumuş kanının üstünde yatan Fabiente’ye burun kıvırarak bakacaklardı. Hatta insanlığını bağırsaklarından çıkartıp kanalizasyona atmış olanlar, masum Fabiente’ye, “O bir köleydi. Çoktan ölmesi gerekirdi!” diyeceklerdi. Gün bitecek Fabiente’nin incecik, narin bedeni, vicdanları gibi yerin altındaki çöplüğe, kanalizasyona atılacaktı.  





Son...