Denize eskisinden daha yakın bir yerde, topraktan 4 metre yukarıda, üzerinden gri ve puslu yağmur yüklü bulutların geçtiği balkondan; çok uzaklardaki toprak parçalarına süzülmeyi başarabilmiş güneş ışıklarına bakıyorum. Baktığım yerde aile apartmanlarını ve bireyci villaları, birbirinden kesin bir şekilde ayıran ve kurumuş kanalın üzerini örten, pek başarılı olduğu söylenemez ama caddeden hızla geçen, park etmekte olan, zaten durmuş ve yeni kalkmaya hazırlanan kimi pahalı kimi nazaran daha ucuz otomobilleri, daha uzaklarda ise minaresi mavi kendisi beyaz bir caminin üzerine ince damlaların düştüğünü izliyorum. Mavi minarenin arkasında ise kilometrelerce uzanan ağaçlar ve diğerleri. Şehrin sınırındayım. Demin yaktığım sigaramdan derince bir nefes çekerken bunları yazmayı, gece gelen mesajları düşünüyorum. "Acı dolu imgelerden zevk yontan birisi" olan (ki o, benim için "güçlü kalem" demişti) ben'in nitelikli yazılardan anladığı ketum cümleleri. Tek bir karenin betimlemelerle anlatımını ve bunun mümkünlüğünü tasavvur ediyorum.


Seyrediyorum şimdilik bu keyifli fotoğrafın inceliklerini. Bulutlar, dünyanın dönüş hızıyla doğru orantıda artan bir süratle ilerlemeye devam ediyorlar. Birazdan saldıracakları araziyi keşfettiklerinde, ben kendilerinin bu lokasyonu bildiklerine inanmadım hiç Yine aynı süratle bırakacakları iri damlaların hayaliyle bir nefes daha çekiyorum içime, henüz yağmamış yağmurun kumlu yakıcı kokusundan. Kuru kalabalığın çıkardığı binlerce ses içerisinden rüzgârı duymaya çabalıyorum. Çünkü duyarsam eğer bu muhteşem karenin bütün sırrına agâh olacağım. Fakat rüzgârı duyamıyorum. Duyumumun güçsüzlüğünden değil, rüzgâr terk etmiş bir süre için bu toprakları, palmiye ve çam ağaçları ki bu müthiş bir tezattır, iç içe kımıldamıyor. Yapraklarını çoktan dökmüş kayısı ağacı ve hala direnen zeytin ağaçları arasından kendisini incecik bırakan yağmurun süzülüşünü izliyorum, rüzgârın izlerini göremiyorum. Sırra vakıf olamayacağımı biliyorum.


Bu kareyi bu haliyle bırakıp gidemem. Güneşin bulutlardan bin bir zorlukla süzüldüğü o çok uzaktaki insanlara üzülüyorum, yanımda duran ama bu kareyi göremeyen koca sakallı adamlar ve başı her biri birbirinden farklı şekilde kapatılmış, sağlıklı beslendikleri için kilolu koca kadınların haline. Bir nefes daha çekiyorum ciğerlerimin en kuytu köşelerindeki odacıklara, kanla harman olan oksijenin vücuduma dağılışını hayal ediyorum.


Bu durduğum yerde; ağaçlar, cadde, aile apartmanları ve villalar, kimi ucuz kimi pahalı otomobiller, birbirlerinden kaçan kediler, (Beyoğlu’nun arka sokaklarında saklanan duvarlar) mavi minaresi ile modern camii, kol kola yürüyen insanlar, caddeyi ve kaldırımları kaplayan geçmeli parke taşları, kırmızı ve beyaz şeritleriyle düzen oluşturan o taşlar, yeni inşaatlar ve gürültülü işlerle rüzgârsızlığın ciddiyetini fark etmeyen, sakallarını ve başörtülerini düzeltip duran ve her zaman ölecekmiş gibi hızlıca hareket eden o insanlar, kırmızı beyazlı kanalı çevreleyen çitler ve aralarında yazdan kalma kurumuş otlar, (nerede olduğunu kimsenin bilmediği fareler ve denizin tuzundan arıtılmaya çalışılan sular) inşaatlardan uçuşup boşlukları dolduran toz tanecikleri ve daha bir çok şey arasında tam burada bir kaç nefes almak için dimdik bakıyorum. Baştan beridir baktığım, aile apartmanları ile villaların arkasında, caminin minaresinden görünen o çok uzakta (nerede olduğunu asla bilemeyeceğim) güneş ışığının üzerlerine düştüğü toprakta yaşayan, ölen ve hareket eden her şeyin olduğu o yere.


Bu muhteşem güzelliği bozmamak için uçuşup yüzüme çarpan, kirli sakalıma sıkışan saçlarımı, bitmiş ve izmariti elimde duran sigaramı, boşalmış ama önceden içi çay dolu olan bardağımı, artıklarımı ve kelimelerimi alıp bu kareden çıkıyorum.