Altı Yüzyıl ve Sonuncusu


Toplumlar adeta canlı bir varlık gibi değişir ve gelişir. Osmanlı toplumu da “Batılılaşma” veya “modernleşme” olarak adlandırılan bir değişim ve gelişim sürecine girmiştir. Bu değişim süreci sanılanın aksine birden Avrupa’yı fark ederek değil, zaten 11. yüzyıldan itibaren bilinen Avrupa’ya karşı İkinci Viyana bozgunundan sonra dikkat kesilerek başlamıştır. Dönemin şartlarının bir getirisi olarak önce askeri alanda başlayan bu değişim 18. yy. sonrası yoğunlaşmıştır. Doğu her zaman Batı’da yaşanan bu değişimin farkındaydı ancak bu değişimler sonucu geri kaldığını fark etmesi ve buna ayak uydurması gerektiğini anlaması somut olayların yaşanmasından sonra gerçekleşti.


Bir nevi kaçınılmaz bir yazgı olan bu “çöküş içindeki ilerleyiş” durumu bir Batı hayranlığı üzerine değil zorunluluk üzerine gelişmiştir. Bugünü anlamak için geçmişe bakmaya başlayan Osmanlı devlet adamları ve düşünürleri imparatorluğun yok olma tehlikesini düşünerek ıslahat telaşı içine düştüler. Geleneksel yapıyı ve İslam kültürünü muhafaza etmek üzerine gelişen bu düşünce sistemi Doğu-Batı sentezi olarak görülüyordu. Ne var ki kadının toplum hayatına dâhil olması gibi önemli değişiklikleri getiren bu dönem yeni yönetim kadrolarına gereksinim duymuş ve böylece birbirini kovalayan reformlar silsilesine dönüşmüştür.


Padişahların çeşitli olaylar neticesinde istenilen veya beklenmeyen değişimleri bu değişim sürecini etkilemiştir. Ekonomik açıdan güçsüz durumda olan devlet yerel yönetimler bazında ayanlara karşı duramamış ve kendi ordularını kuracak kadar güçlenen ayanlarla anlaşma yapmaya kadar gitmiştir. Ülkedeki genel sorunların tüm sorumluluğu -büyük bir etkisi olsa da tek bir unsur olmayan- yeniçerilere yıkılmış ve 2. Mahmud ile beraber antiyeniçeri uygulamaları ve katliamlarına dönüşmüştür.


Tüm bu süreç askeri olarak ele alınmaya devam edilirken askeri gelişmeler ve reformlar diğer gelişmelerin önünü açmıştır. Özellikle Müslüman ve bilgili yönetici kadrolar isteyen devlet buna ulaşamayıp dönemdeki hemen her icraat gibi tökezlemiş ve burada da bozguna uğramıştır.


Devlet’in yayın organı görevini üstlenen Takvim-i Vekayi gibi iletişim araçları ile devlet, halkı yönlendirmek ve yaptıkları icraatleri anlatmak istemiş ve bu bağlamda da her kesime ulaşabilmek için dilde de sadeleşmeye gidilmiştir. Avrupa tüm bu süreci çıkarına ne uygun düşerse ona göre yorumlamış ve işine geldiği gibi davranmıştır. Ulusal direnişleri kendi çıkarlarına göre bazen desteklemiş bazen de desteklememiştir.


Akacak kanın damarda durmaması misali ne kadar geciktirilmeye çalışılırsa çalışılsın Balkanlardan en sonunda çıkmak durumunda kalınmıştır. Çeşitli ideolojileri de askıya aldıran bu gelişme ile yıkılma telaşı şiddetlenmiştir. Eski düzen terk edilmiş ancak yerlerine yenileri konamadığı veya konulanların tam bir düzende olmaması sebebiyle boşluk oluşmuş ve kaçınılmaz sona doğru gidiş devam etmiştir.


Osmanlılık düşüncesi yayılmaya çalışılırken eski ve kültürlerini koruyan uluslar bu düşünceye hiç itimat etmemiş ve ulusçuluk güçlenmiştir. Türk olmanın hakaret olarak kullanıldığı Osmanlı genel yapısında bir süre sonra Osmanlılık düşüncesinden de vazgeçilecektir. Özellikle dış devletler ile desteklenen bu uluslar (Yunanlılar, Sırplar, Slavlar) birer birer bağımsızlıklarını kazanmışlardır.


18. yüzyıl sonrası bir zamanların hakaret yerine geçen Türklük zaman geçtikçe değer kazanmış ve Türkler yönetimde egemen olmaya başlamışlardır. Edebiyata da yansımasını Nedim gibi şairlerde de görebileceğimiz şekilde Türkçeleşme olarak göstermiştir. Tüm bu gelişmeler daha sonra cumhuriyetin ilkelerinden olacak ulusçuluğun temelini atmıştır.


Yönetim alanında da etkisini gösteren bu değişim Bab-ı Ali’nin modern merkeziyetçi bir tavır takınmasına sebep oluyor. Yerel yönetimlerde despotluğu engellemeye çalışan, köleliği kaldıran bu anlayış bazen tepki çekmiş bazen de destek bulmuştur.


1839 yılında yayınlanan Tanzimat Fermanı ile hatırı sayılır değişimleri vadeden ve birçoğu için kollarını sıvayan bu yönetim, hukuk devleti ilkesini yerleştirmeye çalışmış ve kanun düzenlemeleriyle de sonradan çok güçlenecek olan bürokrat sınıfını korumaya almıştır.


Yabancı devletler Islahat ve Tanzimat Fermanı’nda etkili olmuşsalar da tüm bu gelişmeler sadece onlar için yapılmış değişimler değildir. Bulunduğu zor durum nedeniyle her konuda denge politikası izleyen Osmanlı kendi iç sorunları açısından bu değişimlere imza atmıştır.


Maliye sistemini değiştirmeyi düşünen yönetici kadrosu, modern ve merkeziyetçi yapıyı her yere götürmeye çalışmış ancak bu alanda da istenilen başarı elde edilememiştir. Hatta nereden ne kadar vergi alınacağı dahi bilinmezken ve bilinen yerlerden de düzenli vergi alınamazken ancak Duyun-u Umumiye gibi yabancılara hizmet amacıyla açılan ve modern işleyişe sahip bir kurum ile bu vergiler toplanmıştır. Yine de bu kurum kendine baş amaç olarak Osmanlı gelişimini değil alacaklı devletlerin ihtiyaçları için çalıştığından dolaylı olarak bazı yararları olsa da genel olarak bu amacın dışına çıkmamıştır.


Merkeziyetçilik toplum yaşantısına da el atmak istemiş ve dönemin cemaat toplum yapısında önemli yere sahip olan tekke, medrese, tarikat gibi yapılara inmiş ancak onları kontrol etmekten çok manevra alanını kısıtlayabilmiştir. Mahalli idare kurmaya kadar uzanan merkezi otoriteye güçlendirme arzusu yoğun haberleşme ihtiyacı oluşturmuş buna bağlı olarak uzun telgraf hatları oluşturulmuştur. Ancak her alanda olduğu gibi nitelikli insan ihtiyacı burada da baş göstermiş bir yandan da memur sayısı arttıkça giderler önlenemez hale gelmiştir.


Roma İmparatorluğu’ndan bu yana dini toleransı en yüksek devlet olan Osmanlı, yine de laik bir yapıya sahip değildir. 16. yüzyıldan itibaren şeyhülislamın artan önemiyle toplumu yönlendiren din oldu. Sonradan Delhi hükümdarlarının da kendinde olduğunu söylediği “halifelik” makamı resmi olarak Osmanlı hükümdarında yapılan anlaşmalarla tanınmış ancak bu makamın etkisizliği Birinci Dünya Savaşı sırasında acı tecrübeler yaşanarak öğrenilmiştir.


19. yüzyıl başından itibaren ordu ve mülki idarelerin modernleşmeye başlaması aynı zamanda din ağırlıklı eğitimi azaltmış ve laik düşünceyi artırmıştır. Laik bürokrasiyi de geliştiren bu eğitimi alanlar daha sonra eğitimi düzeltme işine el atmış ancak ilköğretim düzeyini es geçip ortaöğretim ve yükseköğretimi düzenleyen bir durum ortaya çıkarmışlardır.


Tarıma dayalı bir ekonomiye sahip olan Osmanlı Avrupa ile baş edecek sanayiye sahip değildi. Burada da atılımlar yapmaya çalışan devlet, dolandırılarak veya iflas ederek tekrar bozguna uğramıştır. Tanzimat Fermanı’nın vaatlerinden biri olan ağır vergiler kaldırılamamış ve isyana kadar gidecek birbirini tetikleyen olaylar yaşanmıştır.


Dönemin getirdiği zorunlu değişiklik ile beraber yeni insan tipinin temsilcileri de Tanzimat aydınları olmuştur. Metternich düşüncesine sahip olan bu aydınlar içte güçlü olan bir devletin dışarıda da güçlü olacağına inanıyorlardı.


Tüm yönetici kadrolar görev aldığı süre boyunca denge politikasını izlemiş ve her ne kadar kendi aralarındaki çıkar çatışmaları ile ana maksattan kopmuş olsalar da son yüzyılın rengi olan bu “modernleşme” hali alafrangalık, mektepli-alaylı ayrımı ile toplumda farklı alanlarda farklı şekillerde kendine yer bulmuştur.


Felatun Bey ve Rakım Efendi romanındaki Felatun Bey gibi cahil, züppe ama gereksiz cesaretli insanlar kadar Rakım efendi gibi çevresini ve geçmişi doğru yorumlayıp ideal toplumun örneğini yansıtan insanlar da vardır.

 

Kendini halkı eğitmek gibi bir görevle onurlandıran dönemin aydınları Yeni Osmanlılar ya da diğer adıyla Jön Türklere kadar gelenekçi yapıda olmuşlardır. Bu oluşan yeni aydın zümre kökten değişim yapamasa da her yere sirayet eden modernleşmenin yaşayan örnekleri olmuşlardır. Kitap ve dergi okuyan, her konuya el atan ve önder misyonu edinen bu aydınlar imparatorluğu kurtaramamışlarsa da birçok değişimin temelini atmışlardır.


Bu değişim sürecinde kendi içindeki çeşitli milletlerden farklı tepkiler alan ve Büyük Petro zamanındaki Rusya’nın yaptığı gelişmelere benzer ama uzak bir şekilde hareket eden Osmanlı’nın yine toplum yapısına bakılacak olursa zevkleri değişen, gazete okuyan bir toplum yolunda ilerlediği görülebilir.


Sonuç olarak çoktan kısır bir döngüye girmiş ve otobüsü kaçırmış bir ülke olan Osmanlı her alanda atılımlara yönelmiştir. Eski ile yeninin bir arada gittiği bu yüzyıl birbirini tetikleyen bir sebep sonuç ilişkisi içinde ilerlemiş ve ne kadar müdahale edilirse edilsin bu hasta adam kurtarılamamıştır.


Sonradan cumhuriyetin temellerini atacak olan fikir insanları yine bu buhranlı ve hüzünlü dönem şartlarında yetişmiştir. Yanlış analizler, kişisel çatışmalar, bireylere bağlı düzenlemeler ile sekteye uğrayan bu değişim süreci ilk dönem aydınları tarafından gelenekçi biçimde yorumlanmışsa da sonradan -her ne kadar Avrupa devletleri hoşnut olmasa da- meşrutiyeti getirecek ikinci dönem aydınlarıyla günümüz Türkiye’sinin temellerini atmıştır.


Edebiyat tüm bu sancılı sürecin içinde kendine şartlara göre yer bulmuş ve dildeki sadeleşme ihtiyacı üzerine çalışmalar yapılmıştır. Her ne kadar içeriği değişen metinler kaleme alınsa da sadeleşme yönünden tam bir değişim söz konusu olamamıştır. Eski ve yeni çatışmasıyla “düalizm,” yani ikilik içinde yaşayan toplum ne yenileşmiştir ne de eskisi gibi kalabilmiştir.


Aydınların net bir siyasi ideoloji bulamadığı, toplumun siyasi ve ekonomik olarak kutuplaştığı, gerek padişahların gerek hükümetlerin baskıcılığı ile gelişen bu süreçte nereden tutsan elinde kalan bir yapı içinde kalan Osmanlı, niyet olarak iyi olsa da genel olarak kötü sonuçlanacak icraatlara imza atmış; yapılan her eylem sadece yaklaşan sonu biraz uzatmıştır.


Genel olarak bakacak olursak dönemde temeli atılan tüm yapılanmalar ve adetler cumhuriyete aktarılmış, genç cumhuriyetin kurucu kadroları da bu yüzyılda yetişmiştir. Günümüzde hala devam eden dini, kültürel, siyasal sorunlar da yine bizlere Tanzimat Dönemi’nden sonuca erdirilememiş tartışmalar olarak miras kalmıştır.


Tanzimat dönemi aydınlarının, yaşadığı günü analiz etmek için geçmişi ve dış dünyayı araştırması gibi bizler de var olan sorunlarımız için yine atalarımızın başlattığı işlere bakmalı, açtığı ve yürüdüğü yolları iyi analiz etmeliyiz.


Günümüz Türkiye’sinin sağlam veya bozuk yapılarının temelinin atıldığı bu dönem doğal süreç içinde gelişmeyip bir zorunluluk olarak cereyan ettiği için ve ardında her ne kadar yeni bir cumhuriyetin temelini atmış olsa da yıkılmış bir imparatorluk bıraktığı için hala tartışılan tarafları olan ve artık paralel evren senaryoları üretmekten öteye gidemeyen bir düşünce yapısını arkasında bırakmıştır.


Var olan her alanda gelişime ve değişime yönelen Tanzimat dönemi, tabiri caizse acısı ve tatlısıyla yaşanmış, genel olarak yönetenlerin ve aydınların sorunları tespit edebildiği ancak bazen yanlış tedavilerle bazen de sargı beziyle kapanmayacak yaralarla karşılaştıklarından yaklaşmakta olan sonu sadece erteleyebilmiştir.


Bu kaçınılmaz sona doğru giderken de bugün söylemde kısa gözüken ancak süreç olarak bakıldığında “imparatorluğun en uzun yüzyılı” diye adlandırılan dönem -işbu anlatılan sebeplerle- bu adı almıştır.