Sanatın ve hayal gücünün kesiştiği yerde, yaratıcı bir kaos içinde, üstelik etikten yoksun bir düşünsel zorbalık çukurunda varoluşunu arayan bir yaşam formu, bir döngü ve bir tezat olarak insan, nasıl olup da sıyrılıp gidebilirdi bu darboğazdan?
Zor muydu yaşamak olgusu, başkalarına zarar vermeden? Bu bencilce meydana çıkan düzenin bir köşesinde öylece var olmak ve bir gün karışmak, toprağın soğuk kucağına?
Bilinen ilk insandan bugünün modern insanına değin değişmeyen temel bir gerçeklik, "hayatta kalmak ve üremek" kavramları iken, nasıl oluyor da birlikteyken de bunu sürdürmenin bir yolunu, üstelik günümüz teknolojisine sahipken, icat edememiş oluyor insan denen bu yaratı? Neden var olmak üzerine çekilen bunca sancının sonucu hep diğerini yok etmekle son buluyor?
Önceleri karşıma çokça çıkan bir şaman öğretisinde şöyle diyor: "Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz… Nehirler kendi suyunu içemez. Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez." Birlikteyken de var olmanın keyfine varabilmek adına, yalnızca tabiatın seyrine dalmış olmak yeterliyken, bizler için sanki hepimiz elbirliği ile yok etmek üzerine, olanca gücümüzle savaşıyor gibiyiz. Doğanın bu barışçıl ve kucaklayıcı samimiyeti karşısında, kalbi, zihni ve ruhu kötülüğün istekli esareti altına girmiş haldeyiz... Oysa tüm olanlara ve olacak olanlara rağmen, hala sevginin ve iyiliğin birleştirici gücü altında toplanıp, birlikte serinleyecek, suyunu kana kana içecek ve yerken en lezzetlilerini yemişlerin bur kirden arınacak yüzyıllara sahibiz hepimiz
...