Dün ya da önceki gün ya da belki bir hafta oldu. Benliğimizden bir şeyler öylece kopup gitti. Ağladık, sustuk. Deprem dedikleri öylece hepimizi aldı ve gitti.


Şimdiyse sadece yemek yiyen, konuşmayan, yürüyen ölülere dönüştük. Faturalarını ödeyen, zam konuşan birer zombi. Yıllarca izlediğimiz şey çok uzakta değilmiş. Biz yaşıyor muymuşuz ki?


Önce kanser haberi aldım, canımın içi birinin annesi. Daha onun sancıları yeni başlamışken benliğimdeki kopmaları tutamadım. Sadece zevk için yaşanmıyor dostlar. Sadece zevk zevk vermiyor insana. İnsan, insan kaldıkça yaşamak istemiyor bu dünyada. Ölü olmak mı yaşatır acaba?


Zaten ölüyoruz; birer birer, on biner biner… Yıllarca her sabah zar zor yataktan kalkıp ev kredisini nasıl ödeyeceğim ben diye saç beyazlatırken… Bir de 41 saniyede her şeyini kaybediyor insan ki aynı insan 41 saniyede kaç nefes verebilir böylesi acı bir sonla? 41 saniyeye kaç nefes sığar? Kaç beden daha da yaklaşır toprağa?


Her kopuşumda bu sefer ben seni anladım dünya diyorum, sen yaşanmak için yaratılmamışsın.

Bir nevi her an bir adım daha ölüme, anladım dünya; sen yaşanmak için yaratılmamışsın.


Sustum, sonra dinledim, anlamaya çalıştım. Dedim ki evet, yaşamanın kıymetini bilmeliyim ama bu kadar susuştan sonra insan anlıyor ve anladıktan sonra da aynı kalmıyor diyebilir miyiz? Her an ölüme yaklaşmanın zaafıyla yaşanmıyor bir önceki an gibi. Anladıktan sonra yaşamıyor insan ne kadar çabalasa da.


Daha yaşamadım ailemin ölüm acısını, yalnızlıkla kavrulduğumu sandım sadece bir hafta boyunca kimse nasılsın diye sormayınca. Bu yalnızlık beni öldürür sandım fakat o da sadece yaklaştırıyor ölüme acımasız bir sabırla.