Robin Williams'ın şu sözleriyle giriş yapmak istiyorum, “Everyone you meet is fighting a battle you know nothing about. Be kind.'' Tanıştığın herkes; hakkında hiç bilmediğin bir şeylerin savaşını veriyor. Kibar ol diyor.

Siz ne kadar kibarsınız hayatınızda?

Çok zor zamanlardan geçtim. Ve zor zamanların bittiğini sanırken daha büyük fırtınaların esmeye başladığını hissettim. İnsan böyle zor zamanlarda neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu daha çok fark etmiyor başlıyor. En kötü günlerinde değer verdiği şeyin maneviyat mı yoksa maddiyat mı olduğunu düşünmeye başlıyor. Bütün bu kaosun arasında, sürekli karanlıkta dönüp duran bir tekerliğin içinde koşarken ışık aramaya benzetiyorum böyle günleri.

Ve yeri geliyor karanlıktan normal hayata çıkmak istiyor. Herkesin içinde karanlıklar var, herkesin içinde ruhunu acıtan yaraları var. Hepimiz bir şekilde kendimize uygun pansumanlar yapmayı öğrenip hayatlarımıza toplumsal normlar içinde devam etmeye çalışıyoruz.

Biraz nefes almak çıktığımız dışarda eğer çok gülersek, çok eğlenirsek de acılarımızı bilen insanlar tarafından yeterince yaşamadığımız, yeterince dışarı yansıtmadığımız için yargılanıyoruz. Kimse, kimsenin arkasında hikayeyi, ne hissettiğini veya neler yaşadığını bilmiyor. Dinlemek istiyor mu ondan da emin değilim. Ama yaşanmış binlerce hikaye içerisinde sadece o ana bakılarak yargılanıyoruz. Veya dondurulmuş fotoğraf kareleri içerisinde ne kadar harika hayatlarımız olduğu düşünülüyor.

Ne donmuş kareler gördüm, içlerinde nice mutlu insanlar vardı. Ne hikayeler gördüm sadece donmuş karelerden ibarettiler. Ve bazılarının ise hiç donmuş kareleri yoktu. Belki sonsuzlukta bir kaç saniyelik donmuş kareleri yoktu ama oturup dinleyince ele avuca sığmayacak hikayeleri vardı.

Hiç bir zaman anlamadık, herkesin hikayesi kendine özeldi. Peki ya siz o özel hikayelere kulak verdiniz mi? Yoksa yıllar önce bir fanzin dergisini kurcalarken tesadüf eseri gördüğüm ve aklımdan hiç çıkaramadığım o sözlere göre mi davrandınız. Aynen aktarıyorum; Basma o eşikte kalbim var benim! İşittiniz mi?

Sadece çok gülümsediği için insanlar mutlu olmayacağı gibi o gün somurtuyor diye hep mutsuz olacağı anlamına da gelmiyor. Duyguların değişken olduğunu kabul etmek lazım. Günümüz çağında tüketim kültüründe çok alışmışız, eski ve çirkin görünen her şeyin yerine moda olanları yerleştirmeye. Bir şey hoşumuza gitmiyorsa hep daha iyisini arıyoruz. Eğer bize uymuyorsa, o mağazada olmayan kıyafet benzeri, muadili kesin başka mağazadadır diyerek yer değiştiriyoruz. İlişkilerimizi de böyle tüketiyoruz. Gözlerinin içine bakmıyoruz. Derinden dinlemiyoruz anlatılan hikayeleri. Duygular geçicidir, alışmak lazım. Alışmaktan korkuyoruz çünkü tüketmeye alıştığımız için en büyük korkumuz farkında olmadan tükenmek olmuş. Hayat her zaman çift uçlu olmuştur. Bunu söylerken hep vermekten keyif aldığım örnek zehir ve şifa olmuştur. İçten içe biliyoruz ki tükettiğimiz kadar tükeneceğiz. İşte bunlardan kaçmak için derin bağlardan, dinlemekten, dinlenmekten ve derinliği olan her şeyden kaçıyoruz.

Ve bütün bu kaçışların sonunda evde kapalı kapılar ardında kendimize çarpıyoruz. İşte bu çarpışların sadece bize özel olmadığını bilsek, derin bağlar kursak, derinden dinlesek insanları, işitsek hikayelerini sevgi nasıl paylaştıkça çoğalıyorsa, hikayelerimiz de paylaştıkça güzelleşecek. Sabahları uyanınca güne başlarken en güzel maskenizi takabilirsiniz ve kapınızı kapatana kadar bunu taşımaya devam edebilirsiniz. Ama bir ya maskeniz ağır gelirse? Ya evde unutursanız?