İçimden kalanları kurutmamak için yağmur suyu içtim ben, sen bilmiyorsun... Bir yere vardım, yarasaların çığlıkları kuşların cıvıltısından daha fazlaydı. Kurumuş yaprakların üstüne basa basa yürürken duyduğum o sesler, intihar etmeden önce son bestesini çalan bir piyanistin parmaklarından çıkan ses gibiydi.
Uykuda bir bebeği izledim, yalın ayak yürüyen bir çocuğu sonra. Tomurcuğun çiçek oluşuna şahit oldum, tırtılın da kelebek oluşuna. Bir köpek yavrusunun gözlerinin içine baktım, ne çok cümle vardı o bakışlarda. O an ne nefes ciğerime yetti, ne de kanım damarlarıma...Koştum; yağmur vardı hücrelerime doldurdum, yarasaların çığlıklarını duydum daha hızlı koştum. Yapraklar ıslanmış, beste kaybolmuş... Koştum; karşımda bir mezarlık, durdum orada. Mezar taşında intihar eden bestecinin adı yerine, son bestesinin notalarını buldum...Başladım ıslık çalmaya. Ellerim cebimde ıslık çalarak dolaşıyorum, arkamdan gelir ıslığıma eşlik edenler.... Ortak bir melodinin tanıdıklarıyız. Göz göze gelmeyiz hiç ama aynı ıslığı çalarız. Aynı karanlıktan korkar, aynı yıldıza göz kırpar, aynı şarkıda anılara dalar, aynı göğe başımızı kaldırıp derin bir nefes alırız... Birbirini tanıyan ama hiç tanışmamış olanlar... Tesadüf müdür bunca rastlaşma ?
Ey dünya, ey gökyüzü !
Susturulmuş bütün şarkılara inat, umudun bestesi şimdi benim ıslıklarımda.
Öz...E