Savaşın en kızgın anlarında mevziinin dibinde arkadaşına seslendi. “Ben burada ölmek istemiyorum!” Aslında o güne kadar ölümü hep düşünmüş ve ölümden zerre korkmamış, aksine kendi gitmek için denemeler yapmıştı. Korkusu ölmek değildi. Korkusu birkaç bozuk ideolojinin çatışması arasında ölmekti. Ölüm normal şartlarda bezdirilmiş ruhunu alıp gitmekti. İstemediği bir durumda gitmek onun gözünü de ruhunu da arkada bırakırdı. Stefan Zweig’ın mecburiyetine zor da olsa yok demesi onun yapamadığı şeydi. Buraya gelmeden önce gri bir ortam vardı. Yine istemiyordu ama tam kaosun orta yerinde bulunacağını bilseydi ilk uçurumdan mutluluğun son dozlarını alırken yere çakılırdı. Burada artık alabileceği hiçbir mutluluk yoktu. Bulunabilen tek şey çaresizlikti. Mevziinin dibinde vızıldayan mermiler eşliğinde çaresizliğin mutluluğa denk düşüp düşmeyeceğini düşündü. Hayatımızın en kötü anında görünürde olmayan mutluluğu yaratabilir miyiz?
Arkamızdan yansıyan kukla turnalarının gölgelerinde büyümüş biri olarak mağaradan dışarı adım attığımızda tüm güçsüzlüğümüze rağmen kafamızı kaldırıp gökte onları aramamız gerekir. Onun, bu durumda tek yapabileceği Platon’un alegorisinden kendine pay çıkarmak oldu. Ayağa kalkıp güneşin hayat veren neşeli gülüşüne bakıp gülümsedi. Ölümünün zil sesleri yanından geçerken gülümsemesi kahkahaya döndü ve kalbinin atışının sürdüğü son ana kadar bunu sürdürdü. Beynini saran çaresizliklerin arasında mutluluğu yaratabilmiş olması, bezdirilmiş ruhunu berrak bir sadelikte göğe çıkardı. Bizler istemediğimiz savaşların arasından ruhumuzu refaha erdirebilecek miyiz?