Kimsesiz evleri, gömülü hazineleri, harabeleri ve karanlık çökünce incir ağaçlarını cinler sahiplenir. Bu kötü bir rüya... Benim ise hâlâ aydınlatılamayan bir sıra kabusum var çünkü onları annem sahiplenmedi.


Verandadayım. Bir süre ne yapacağımı düşünür gibi ayakta bekliyorum. Sırtım eve dönük, aradığım şey sanki bana arkamdan bakıyor gibi yüzümü cama dönmüyorum. Enseme ilerleyen bir ürperti hissediyorum. Hareketlerim yavaş, soluklarım hızlı... Kendimi bir bıraksam oradan koşarak uzaklaşırım ama göz dağı vermek istiyor olmalıyım ki ilk adımımı uyuşukça atıyorum. Bir, iki adım derken artık bahçenin dışında, köy yolundayım. Çekirge sesleri ve baykuş sesleri, guguk kuşu... Köpekler uykuda. Etrafta hiçbir kedi yok ki onların da nereye kaybolduğunu merak ediyorum. Yolun iki tarafında da evler var. Evlerin bahçeleri tellerle ve duvarlarla çevrilmiş, onları da çalılar basmış. Kimisinde böğürtlen var. Bu önemli değil. Evlerin içinde birileri yaşıyor mu? Sanmıyorum. Çıktığım evin penceresine sanki biraz önce bakmaktan çekinmemişim gibi dönüyorum. Cam açık ve bir perde usul usul dışarı süzülüyor. O an rüzgarı hissediyorum. 


Hava aydınlanmadı ama eskisi gibi karanlık da gelmiyor. Köyü lacivert basmış gibi, sanki tam gün doğacakken tekrar güneş batmaya dönmüş. Rüyada olduğumun farkındayım fakat her şey olması gerektiğinden daha gerçekçi. Soğuk kokusunu alıyorum. Rüzgar uğultularla şiddetleniyor. Çekirge sesleri ve baykuş sesleri, guguk kuşu... Perde, rayında daha da hareketleniyor. Korniş sesleri... Daha fazla orada oyalanmadan yola koyuluyorum. Geçtiğim hiçbir ev içinde yaşam barındırmıyor. Ayağımda babamın ayakkabıları, yürüyorum. Korniş seslerinden uzaklaşmam gerekiyor ama nafile. Kulağıma değen her ses iz bırakıyor ve ben onu beraberimde götürüyorum. Nereye? Gün aymadı ama kararmadı da. Lacivert. Sokakta bebek çıngırağının sesi... Çekirge sesleri ve baykuş sesleri, guguk kuşu, korniş sesleri.... Ya bebek çıngırağı... Nasıl çalıyor gecemde bu bebek çıngırakları? İlerleyorum. Sese doğru. Fısır fısır fısır fısır. Burada birileri var. Seslerine doğru atılıyorum. Annem. Annem incir ağacının altında uzanıyor. Bebek çıngırağı hâlâ çalıyor. Bacaklarını iki yana açıp kırmış. Izdırap içinde. Ikınıyor. Bu bir doğum. Fısır fısır fısır fısır. Annem bir çemberin içinde. Kötü kokulu çirkin cüce cinler onu çemberinin içine almış, hep bir ağızdan söylüyorlar. "Nasıl çalar bu bebek çıngırakları gecemde, susmaz rahmime yıkılır yası, yetmez gücüm bitirmeye, yetmem bilirim, ben de şansımı çocuğumda denerim" Çocuk doğuyor. Leş kokulu küçük çirkin cin cüce pür pak kız çocuğunu annemin kucağına veriyorken diğerlerinin başı bana doğru dönüyor. 


Şimdi evin içindeyiz, perde camdan dışarı usul usul salınmaya devam ediyor. Onlar susuyor ama bu sefer annem gözlerimin içine baka baka fısıldamaya devam ediyor. Annemin ızdıraplı yüzü öfkeyle kararıyor. Karanlık. Annemin kucağında kendimi görüyorum. Bebek çıngırakları susmazken dehşet içinde uyanıyorum.


"Karanlık senin için ne ifade ediyor, Gündüz?" 


"Karanlık... Kabuslarımda kendini gece ile gösterse de bunun ışıktan yoksun olmakla bir ilgisi yok. Bakın benim için ne ifade ettiğinin tanımını tam olarak yapamıyorum. Şu ya da bu diyemem. Sadece... O bir haberci. Kötü şeylerin olacağının habercisi. Her gün gün batar fakat siz bazı günler karanlık çöktüğünü anlarsınız, gece hiç bitmez."


"Seni daha iyi anlayabilmem için bu günlerin birinden örnek ver lütfen."


Saçımı taradığım şubatın 32'si, kırmızı çorap aldığım salımtesi, saat dördü doksan yedi geçerken kereviz pişirdiğim ve artık annem ile birbirimizi kandırmayı bıraktığımız gün.... 


"Kereviz pişirdiğim gün. O gün de gece olmamıştı, karanlık çökmüştü."


"Neler olmuştu o gün?"


"Annem öğrenmişti."


"Neyi?"


(Sessizlik.)


"Şu an söyleyemediğin şey nedir?"


Böğürtlen dudaklar.


"Sizce bu bir lanet mi?"


"Lanet derken neyi kast ediyorsun?"


"Kaçamadığın, peşini bırakmayan, ceza... Çöken karanlık gibi. Ne denirse. Annem, Allah'ın kabusları lanet diye başıma yağdırdığını söyledi. Anneme göre öyle sapkın bir düşüncenin peşine düşmüştüm ki ıslah olmam için Allah son peygamber kararını tekrar bir gözden geçirmeliydi."


"Peki sen bu konu hakkında ne düşünüyorsun?"


"Bir önemi var mı? Annem her zamanki gibi doğruyu söylüyor."


"Annenin senin için düşündüklerini sen de benimsemişsin."


"Benim annemin ortaya koyduğu hiçbir şey görecelik taşımaz, çocuğu bile... Ben doğduğumda da dünyaya karanlık çökmüş, gece hiç bitmemiş. Ne var biliyor musunuz, anneme bir delil oluşturur gibi doğmuşum."


"Delil?"


"Delil. 21 aralık. Doğduğum gün... Yok anne desem, benim doğumum ile basmadı karanlık köye. Dünya dönüyor anne, güneşin nereye dik dik bakacağı belli olmuyor. Yüzüme bakar 'Senin doğduğun gün,' der 'gece hiç bitmedi.' "


"Söylediklerine bakılırsa o gün sen doğmasaydın gece diğer günlerden daha kısa sürecekti."


Andan uzak karşımdakinin açıp kapanan ağzına odaklıyım artık. Birbirine değen böğürtlen gibi kırmızı dudaklara... 


"Bunun benimle bir ilgisi yok."


"Kiminle bir ilgisi var?"


Ağırlaşıyorum. Karanlık çöküyor. Cam açık, perde rayında bir ileri bir geri gidip geliyor. Sanki tek değil iki kalbim var, ikisi de ağrıyor. Annem dudaklarıma bakarken ona o gelmeden önce böğürtlen yediğimi söylüyorum, tıpkı başım ile gövdem arasında iki kişi değil tek kişiymişim gibi. Kendimden eminim çünkü annem bu sefer karşımda ikna edilmek için duruyor. 


"Saçma! Buraya kabuslarımla ilgili konuşmaya geldim. Ben, bir şekilde aydınlatılmasını beklediğim bir sıra kabusum var diyorum ve biz oturmuş annemden bahsediyoruz"


Annem aptal olmadığınu söylüyor.


Odadan çıkıyorum. Biri arkamdan Gündüz Bey diye sesleniyor. Danışmadaki kadın... Bakmıyorum.


Alelacele sildiğim rujum, çıkardığım kadın kıyafetleri... Hâlâ kendimden eminim ancak böğürtlen rengi dudaklarım üzerine konuşulmaya layık bulunmuyor. Böyleyken ne aksini söyleyebiliyorum, ne olup biteni savunabiliyorum. Varlığım ne yerde, ne gökte; bir evin içinde asılı hâlde. Fısır fısır fısır fısır.


Fısıltılar artıyor. Leş kokulu küçük çirkin cin cüce "Ancak Gündüz," diyor "Ancak Gündüz, kabusların başucunda abajur olmaz."