Bazen insan kime ne anlatıyorum diye düşünür, düşünür, düşünür ve hala düşünüyorken aniden uyur. Halbuki bu uyuma hali ne kadar da zor gerçekleşmiştir. Düşünmekten beyni kulaklarından dışarı taşan, sol elinin parmak uçlarından sinirleri çekişen bu insan karşısındakine derdini, kederini ve en önemlisi kendini anlatırken anlaşılmadığını hissettiği an düşüncelerden uyuyakaldığının farkındadır. Uyuyakalma artık bir çeşit kaçış yoludur ama çok da aşikârdır ki o yol insanı hiçbir yere ulaştırmaz hatta dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtlarcasına tekrar başa döndürür. Başa döndüğü an bu filozaftan hallice insan düşünür, düşünür, düşünür... Yer, içer, sever, hisseder; özler, üzülür, kırılır, sevinir ve daha birçok şey... Sonunda anlatamaz. Dile getirir, yine anlatamaz ve derin olmayan bir uyku içerisinde basit rüyalarla kendini telkin eder. Telkini bile anlatmak üzerinedir fakat onu dinleyecek kimsesi yoktur. Bu insan anlaşılamadığı hayatın olağan akışında belki de pes edercesine uyumak, uyuyormuş gibi davranmak zorundadır.


Sol tarafında kalbini taşıdığını sanır. Evet fizyolojik olarak orada var bir şey. Ama karşısındakine bunu bile kanıtlayamaz. Kime ne anlatıyor ki? Kalbini ve zihnini karşısındakini anlamak için kullanmayan birine, sol tarafındaki görünmeyen kalbini nasıl anlatır? Düşündükçe sol tarafındaki kalbi hisli bir şekilde atmak yerine sol elinden kalbine doğru bir sinir çekişmesi gerçekleşir. Anlaşılamamanın ve yoğun çabanın sonucunda bu insan, vücudu bile doğal olarak savaş ya da kaç tepkilerini verdiğinden savaşmaya gücü yetmeyip kaçma tepkisi olarak uyur. Aslında bu uyku hiç de ruhu ve bedeni dinlendiren bir uyku değildir, yalnızca kaçıştır.