Bazı geceler

kirlenmiş aynalardan 

hüzünle kendimi izler,

saçlarımı şefkatle okşardım

Saçlarım bile şefkate deliriyormuş,

bir gece yarısı anladım.

Ne annemin,

Ne de on dördünde evlenen büyükannemin

ve kocasına satılık kadınların

saçları hiç okşanmamıştır bu ülkede.

Biliyor musunuz,

merhametsizlik çok kadının saçlarına

beyazlar düşürür.

Çiğ sarısı duvarları olan bir odada

çoğu geceler

hatta sabaha kadar

tanrıya taptırır beni.

Sabaha karşı iki küçük kız,

rüyalarıma girer.

Biri annemdir diğeri büyükannem.

Ben ikisini de göğsüme yatırır,

usulca saçlarını okşarken

onlar sessizce ağlar.

Oysa ki kadın;

besler, yaşatır ve kutsaldır,

içinde hayat taşır çünkü o.

Anadolu'nun bereketli sarı buğday tarlaları.

Tarlalar mahsullerini verdi.

Ana rahminden, sımsıcak toprağa gömülmüş

soğuk, cansız ve küçük bedenler...

Evet, hayat kokan mahsullerdir bunlar.

Bilirsiniz,

kadınlar işte bunlara ağlar.

Genç yaşında ölen annelerine,

yarım kalan aşklara,

dizlerine yatırıp

hiç sevemediği evlatlarına,

merhametsizliğine babalarının ve kocalarının.


Anadolu'nun kimsesiz yerlerinde

gidebileceği en uzak yer olan

yani sonu olmayan

çiçek döşenmiş çayırları diyorum aslında.

Her bahar, beyaz kır çiçeklerini ezerdi

küçük pembe topuklar.

Bense büyük şehirler gördüm.

Denizi bile olan şehirler.

Çok sıcak bir şehrin ağaçlarından

kan kırmızı dutlar koparıp yedim.

Biliyorum,

yaşanmış bir hayat işte benimkisi.

Ben bunun için ağlarım.