Bir kapı aralığı görüyordu; korkuları ve endişeleri, hatta işin mübalağası pişmanlıkları dahi arasından sızdırdığı ve içinde barındırdığı, saflığın ve mükemmelliyetin biçimlendirdiği ışığıyla hapseden harika bir kaynak. İnsanın nefretinin elçisi... Nitekim kendisi esiri olduğu korkudan dolayı olduğu yerden bir adım ileri gidememişti; hareket etse bile tek vardığı nokta bir kara deliğin kalbi, bir hiçlikti. Bu hiçlik ise engin bir anlamsızlığı doğuruyordu, sonsuz bir manasızlığa gebe olan hiçlik, kapının arasından sızan kaynaktan daha mı güçlüydü sanki?


Yanında boylu boyunca bir çocuk parkı uzanan ara sokağa saparak evine yürümeye başladı; tatlı bir esinti vücudunu ürpertirken, duvarları özgürlük sloganlarıyla kaplı sokakta düşünceleri nedeniyle dalgın bir halde ilerlemeye devam ediyordu. Her bir adımı Sartre'ın bulantısından ona bir hediyeymiş edasıyla kafasındaki gemici düğümü düşüncelerin boğumlarında sıkışıp dengesizleşiyordu. Özgürlüğün ve aşkın bağımsızlığını betimleyen grafitilerin aksine içinde buruk bir kalp ve öz denetimi olmayan bir mekanizma ile hapsolmuştu sanki o sokağa. Ardından önüne aniden çıkan bir sokak köpeğinin karşısında donakaldı; hayır korkudan değildi bu, bilakis hareket etmediği sürece köpeğin hedefi olmayacağını biliyordu, hatta hareket etmedikçe hayatın da hedefi olmayacaktı, belki de düşündükçe ve anlam aradıkça da anlamsızların hedefi olacaktı sadece. Yolun ortasında transa geçmişti; ne bir ileri ne bir geri gidebiliyordu, yine ait olduğu yerde güçsüz ve kontrolü kaybetmiş halde, kara deliğin kalbindeydi.


Ha sahi ya, güç ve kontrol... İşte yürüyemediği yolun sorumlusu olan iki kavram; açıklık getirmek gerekirse onun yaşadığı dünyada ikisi de erişilebilir olduğu kadar harap ediciydi, gücün zehirli ihtişamı kontrol manyaklığına doğru giden bir kanserdi. Kontrol eden olmak, edilen olmak kadar hastalıklı değil miydi zaten? Kontrol mekanizmaları ve sonsuz çarkların döndüğü hayvan çiftliğinde bir miktar mantık ve bir tutam özgüven ile dev dişlilerin arasında bir dal parçası gibi parçalanıyordu, öyle ki sistem onu sindirip tekrar sıçıyor ve anlamsızlıkla şekillendirip eski konumuna geri koyuyordu. Her gün aynı toplu taşıma aracıyla aynı saatte aynı yoldan işe gidiyor, aynı saatte yemeğini yiyor ve aynı saatte döngüsünün sonuna ulaşıyordu; tekdüzeliğin yarattığı kaos öylesine güçlü ve durdurulamaz raddeye gelmişti ki anlamsızlık bile döngünün bir parçası haline gelmişti nihayetinde; günbegün ilerleyen bu hastalık boğazımızın gerisinde o acı tadı bırakan safra gibi yükseliyordu adeta. Ancak yine de onu rahatsız eden şeyin ne olduğunu bilmediği için bu raddede artık bir tedavi yoktu. Peki neden o kapıya bir adım daha atamazdı? Çünkü o her şeye muktedir olan ışık bir yalandan ibaretti; sonsuz uykuda huzur yoktu, keza sonsuz uykuda bilinç de yoktu. O zaman ebedi huzur olması gerekmez miydi? Keşke yok oluş fikri bu kadar kolay kabullenilebilseydi, keşke... Fakat kapının ardındaki bilinmezlik öngörülemediği için bunu anlamlandıramıyordu. Ne acımasız bir dünya! Acımasız bir dünyada değerlerini ve ilkelerini kaybetmiş bir kimse için kurtuluşa giden tek bir yol vardır; boğazda acı bir safra tadı bırakan, duyguların esir aldığı tek bir davranış.