Sınıf kapısının kapanış sesi, sanki içimdeki bir kapının da kapanması gibiydi. Birkaç saat önce coşkuyla anlattığım ders, şimdi uzak bir anı gibiydi. Öğrencilerin çıkış ziliyle dağılmaları, sanki benim dağılmamdı. Bir an öylece kaldım, etrafımdaki boşluğa bakarak. Boş sıralar, açık defterler... Hepsi bir anda anlamsızlaşmıştı sanki.
Derin bir nefes alıp kendime gelmeye çalıştım. Masamın üzerinde duran aile fotoğrafına takıldı gözüm. Annem, babam ve ben... Hepimiz gülümsüyorduk. O an, içimde bir sızı hissettim. Evimden, ailemden ne kadar uzaktaydım. Trabzon'un o nemli havası bile tenimde farklı bir his bırakıyordu. Sanki bu şehir, beni asla tam olarak kabul etmeyecekmiş gibiydi.
Sınıfın camından dışarı bakarken, Karadeniz'in hırçın dalgaları bile sanki benim içimdeki fırtınayı yansıtıyordu. Hayat dediğin işte böyle bir şeydi galiba. Bir gün kahkahalarla dolu, bir gün gözyaşlarıyla. Öğretmenlik, çocukların gözlerindeki ışıltı, her şeye değerdi ama bugün o ışıltı sönmüş gibiydi sanki.Kendimi yorgun hissediyordum. Hem bedenen hem ruhen. Sanki içimdeki bir şey kırılmış, yerini derin bir boşluğa bırakmıştı. Bu boşluk, beni yutuyordu sanki.
Odamdaki eski daktilonun başına geçtim. Kağıda dökülen her kelime, içimdeki sıkıntıyı biraz olsun hafifletiyordu. Belki de bu yüzden yazıyordum. Belki de bu yüzden her hayal kırıklığına rağmen hayallerimin peşinden koşmaya devam ediyordum.
Masanın üzerinde duran, yerel gazetede yayınlanan hikayem göz kırptı bana. Küçük bir adımdı belki ama benim için büyük bir zaferdi. Artık hayallerime giden yolda ilk adımımı atmıştım. Hikayemi tekrar tekrar okudum. Kendimi eleştirdim, hatalarımı gördüm. Ama aynı zamanda, içindeki gücü de hissettim. Bu hikaye, benim bir parçamdı. Benim sesimdi. Ve bu sesi duyurmak için daha çok çalışmam gerektiğini biliyordum.
Gözlerimi kapattım. İçimdeki o tanıdık melodi yükselmeye başladı. Kendimi Karadeniz'in hırçın dalgalarına bırakır gibi, o melodiye teslim oldum. Sözcükler, notalar gibi dans ediyordu zihnimde. Bir hikaye daha... Belki de bir şarkı... Belki de ikisi birden...
Çantamı alıp kendimi dışarı attım. Boztepe'ye doğru yürüdüm. Gece çökmüş, şehir ışıkları yanmaya başlamıştı. Uzaktan, denizin uğultusu geliyordu. Boztepe'ye vardığımda, kendimi bildiğim o çay bahçesine attım. Çayımı yudumlarken, gözlerim yine o sonsuzluğa daldı.
Denizin kokusu, çayın buğusu birbirine karışırken, zihnimde yeni hikayeler canlanmaya başladı. Bir balıkçının ağlarına takılan bir şişe, içindeki gizemli mesaj... Ya da yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan bir ağacın tanık olduğu aşklar, acılar, savaşlar... Belki de kendi hikayem... Trabzon'dan çıkıp hayallerinin peşinden giden bir genç kızın hikayesi...
Kalemimi çıkardım, defterime ilk kelimeleri yazdım. Kelimeler, birbiri ardına döküldü. Saatler geçtiğini fark etmedim bile. Gecenin bir yarısı, etrafımdaki son müşteriler de kalktığında, ben hala yazıyordum.
Gece yarısına kadar yazdım. Yeni bir hikaye, yeni bir başlangıç. Bu sefer daha iyi olacaktı. Daha güçlü, daha etkileyici. Çünkü ben, vazgeçmeyecektim.
Sabah uyandığımda, içimde yeni bir umut vardı. Kahvaltımı yapıp okula gittim. Öğrencilerimle göz göze geldiğimde, yüzümde bir tebessüm belirdi. Bugün farklıydı. Bugün daha güçlüydüm. Çünkü ben, hayallerimin peşinden koşan bir öğretmendim.
Ve o gün, sınıfa girdiğimde içimde yepyeni bir heyecan vardı. Belki de bu heyecan, yeni yazdığım hikayeden, belki de hayallerime bir adım daha yaklaşmış olmamdan kaynaklanıyordu. Ama ne olursa olsun, biliyordum ki bu heyecan, beni daha iyi bir öğretmen, daha iyi bir yazar yapacaktı.