Bir ormandayım, gözüm yarı kapalı yarı açık. Uykuya dalmadan hemen önceki müthiş zevkle sarhoşken gölgeler belirdi o kızıl gün batımında. Bir pars tepeden beni seyrediyor.
Gideceğim yeri biliyor ve beni izliyor. Bir aslan, arkamdan beni itiyor. Gözlerim yarı kapalı yarı açık.
Pars karşısında ne geri adım atmayacak kadar cesurum ne de tüm bunları anlayacak kadar akıllıyım. Yalnızca aslan itiyor ve gidiyorum. Ayın, gökteki bilyelerin ışığı bana göz kırpar gibi gelir. Bu ormanın ve göğün ortak karanlığı bu saatte sadece bana parlıyor ama ben anlaşılmaz, tahmin edilemez, fırtınalı gezegenin en şiddetli fırtınasında ruhumun dağılmasını hayal ediyorum.
Parsı geçiyorum ama gölgesi eksilmiyor. Bu kez yılanlar etrafımda. Hepsi ayağımın altında kafasını kaldırmış bana bakıyor. En irisi yaklaşıyor ve beni boğuyor. Onun çizgi gözlerinin yansımasından verdiğim sadakat yeminlerinin yüzümdeki ifadesinin en aşağılayıcı, en gülünç hâliyle görürüm. Yüzüm kıpkırmızı, tüm kan beynime hücum eder. Attığım her adımın gittikçe ağaçlandırdığı ormanda bunlar beni boğuyor. Tüm orman birbirine girmiş, ateş böcekleri sağa sola koşuştururken yılanlar daha da sırnaşıp yıldızlarımı kapatır.
Ben bu andan kurtulmayı planlarken kafamda geçen her düşünce bir dala konar ya çiçek olur böcek çeker ya da kuş olur durmadan ses çıkarır.
Kafamı kaldırıp yalnızca gökte var olmayı hayal ederken Fransız yazarın kuma saplanmış uçağı ikimizi aya çıkarır. Birlikte ayaklarımızı uzatıp yer küreye baktığımızda ışıklar etrafında çarpışan sinekler ve geride bıraktıkları gözyaşı görünür.