“Burası kötülüğün doğduğu yer, bunu unutmayın,
bir çiftliğin boka sarmaya başladığı yer burasıdır,
ürogenital alan.” 274
İnsanın yıkıcı kötülüğü üzerine, zihne ve bedene ağır gelen betimlemelerle daha ilk sayfadan, bitirmeden rahat edemeyeceğinizi hissedeceğiniz duygusuyla ve göğsünüze yapışan bir huzursuzluk dalgasıyla sürekli kıyıya vurup sizi tekrar kelimelerin denizine çeken bu kurguyu okumaya cesaret edebileceğinize emin olmalısınız.
1981 doğumlu Fransız yazar Jean Baptiste Del Amo’nun cesurca kaleme aldığı Hayvan Hükümranlığı, Şule Çiltaş tarafından ustalıkla çevrilmiş. Yazarın dili sert, yalın ve rahatsız edici çünkü insan doğasının zarafetine ve estetiğine dair hiçbir betimleme yok; tam tersine duygulardan yoksun, soğuk ve acımasız tarafına ışık tutulmuş. Tat alma, koku, duyma ve dokunma duyusunun baskın olduğu detaylı tasvirlerde, hayvanların kulakları sağır eden çığlıklarını, hayvanlara ve insanlara uygulanan şiddette ortaya saçılan kan, irin, dışkı veya organ parçalarını, çiftlikten ve insandan yayılan pis kokuyu, yaşamın insan müdahalesiyle dönüştüğü çarpık şekilsiz formunu okudukça kendimi adeta Lars von Trier filmlerinin içindeymiş gibi hissettim. İnsan belleğini en uç noktasına kadar açan; aile, yoksulluk, yoksunluk, savaş, türcülük, ve doğa sömürüsü üzerine, çoğu zaman bir parçası olduğumuz ama yüzleşmeye cesaret edemediğimiz, varlığımızın karanlık taraflarını ağır bir dille bize aktarıyor yazar.
Kitap, Fransız çiftçi bir ailenin 20. yy boyunca bir domuz çiftliğinde verdikleri yaşam mücadelesini anlatıyor. Yoksulluk ve yoksunluk içinde başlayan kurguda, birinci ve ikinci bölüm 1898 -1917 yılları arasında geçiyor. Kadınlığını ve cinselliğini tamamen unutmuş ana, hastalıklı baba, kızları Eleonoré ve onlara yardıma gelen ve Eleonore’la evlenen Marcel ile tanışıyoruz. Son iki bölüm 1981’den sonra küçük köhne ağılın devasa bir domuz çiftliğine dönüştüğü dönemleri aktarıyor. Modern sistemin bir kıyımhaneye dönüştürdüğü bu çiftlikte Eleonoré, oğlu Henri, Henri’nin oğulları, gelini ve büyük torunlar yaşıyor.
İnsan yaşamının en acımasız, yok etme duygusunun en güçlü ve de doğanın dengesiyle karşılaştırıldığında en anlamsız edimlerinden biri olan savaşma haline kitapta bir bölüm ayrılmış. Birinci dünya savaşı, bütün canlı türlerinin üzerinden bombalarla ve mermilerle geçildiği, insanların şiddetin en dayanılmaz boyutlarına maruz kaldığı, belleklerin yeniden şekillendiği, ruh hallerine ve unutkanlıklara göre tarihin her gün yeniden yazıldığı, öldürmenin ve ölmenin haysiyetli olarak algılandığı zamanlar olarak aktarılmış.
Marcel savaştan, erkeklerin şiddetiyle köşeye sıkıştırılmış, korkmuş bir genç olarak dönüyor. Zihninde kalıcı izler bırakan imgeler ve izlenimlerin verdiği acı onu kırık dökük bir bedende anlayışsız, sessiz ve öfkeli birine dönüştürüyor.
“Acı, ender anlarda Marcel’in yakasını bırakıyor. En iyi ihtimalle azalıyor ve harap olmuş sinir uçlarında bir yerlerde, nabzının ritmine göre sessizce zonklayan uzak bir yankıya dönüşüyor. Uykusunda bile onda yer ettiğini hissediyor, başlı başına bir organizma, bir parazit gibi kah yamalı çenesinin arkasına, kah boş göz çukurunun dibine, kah alt çenesinin kemiklerine, tendonlarına, iliklerine iterek onları sabırla kemirmek ve beslenmek için boyun omurlarına yaslanmış. Acı dindiğindeyse yokluğu büyük bir boşluk bırakıyor, muştuladığı artçı şok kadar korkunç bir aura.” 171
Eleonoré ise içinde bulunduğu toplumun kutsallaştırdığı savaşı suçluluk duygusu, öfke ve korkuyla kabulleniyor ve Marcel’in dönüştüğü bu yıkıcı adamı her şeyiyle kucaklamayı seçiyor. Böylece çektiği ve çekeceği çilelerin onu suçluluk duygusundan uzaklaştırmasını bekliyor.
Del Amo, kadın ve annelik kavramı üzerine düşünmemiz, toplumun dayatamaya çalıştığı kabulleri tekrar gözden geçirmemiz için kadın karakterlerin ruh hallerini çok derin analizlerle ve ayrıntılı bir şekilde bize aktarmış . Erilin varlığı üzerinden kurulan, tamamen fiziksel güçle ayakta duran yoksul ve yoksun sistemde, kadın erkeğin varlığından tiksindiği kadar onun varlığına muhtaç olmasından dolayı kısır döngünün içerisinde kendisine ve ailesine yabancılaşıyor.
“Artık tanıdık gelen bu yabancılaşma hissiyle kendinden uzaklaşsa da dünyanın yükünü taşır gibi kendisiyle birlikte sürüklediği gebeliğiyle kederli bir yaratığa dönüşmesine tanık oluyor” 31
“Eleonoré büyüdükçe onun düşmanı olmak için ona yabancı olmayı bıraktı – hatta çocuğun varlığına , hatta ona kan bağıyla bağlı olma fikrine bile alıştı.” 48
“Mesela Julie- Marie’nin doğumunu, aydınlık bir hastane odasında yeni doğan bebekle bir başına olduğunu hatırlıyor. İstemiyordu bu bebeği – on yedi yaşında anne olmayı nasıl isteyebilirdi? Ama kendi etinden, savunmasız be ona bağımlı bu çıplak varlığı ellerinin arasında tuttuğunda, içsel bir dürtüyle ona bir yaşam sebebi veriyor, alın yazısı olmasa da bir gelecek sunuyor gibi görünüyor.” 347
Birinin annesi, karısı, kız kardeşi olması etiketinin, birey olmasının önüne geçtiğinde; kadının toplum içerisinde bir sıkışmışlık ve eksiklik yaşaması mümkündür. Tarım toplumuna geçişten itibaren daha çok üreyip daha çok işçiye ve daha çok toprağa sahip olmak adına anneliğin kutsallaştırılması, kadının doğasında ve ruhunda bozulmalara sebep olmuştur. Anne olmak, kadının kendi özgür iradesiyle ve bu özgür iradesini içselleştirdiğinde; gerçekleşmesi gereken bir durum ve hatta anne olmamayı tercih etmenin de çok doğal olması gerekirken, toplum annelik içgüdüsel ve kutsaldır kabulünü dayatmakta ve tam tersinin bencil bir kötülük, çoğu zaman bir günah olduğunu belirtmektedir.
Birey sağlıklı ilişkiler ve bağlar kurabildiğinde acıyla, öfkeyle ve korkularla yüzleşmesi; bu duyguları sevdikleriyle paylaşarak baş etmesi, ve kendini güvende hissetmesi daha kolay oluyor. Yazarın, insanın bu duygularla acımasızca ve çaresizce karşı karşıya kaldığı patolojik durumları en yalın haliyle tasvir ettiği satırları okurken; ağzımızda acı bir tat bırakan rahatsızlığı ve bastırdığımız ya da dönüştürdüğümüz bu duygularımızdan bu kadar cesurca bahsedilebilmesinden duyduğumuz rahatlamayı aynı anda yaşıyoruz.
Örneğin, sessiz bir yakınlık kurabildiği babasının ölümünden sonra, Eleonoré kayıp acısıyla korkunun ve öfkenin birbirine karıştığı bir durumdan kaçıp samanlığa sığındığı anda kendi çaresizliğini ve savunmasızlığını yansıtan kedinin boynunu öldüresiye sıkıyor, kendisinden kurtulmaya çalışan hayvanın ellerini yırttığında hayvanı bırakıp yaralarından akan kanı dudaklarına götürerek acımayan yaralarındaki kanı emiyor.
Aynı şekilde, Eleonoré’un büyük torunu Julie- Marie de sevgisizlik ortamında hiçbir bağ kuramadığı ailesine olan isyanını; arkadaşlarının hakaretlerinden, cinsel istismarlarından ve aşağılamalarından duyduğu acıyı ve öfkeyi kendi bedenini yok sayarak, onu erkeklere cinsel bir obje gibi sunarak yatıştırmaya, bir şekilde kendisini ve ailesinin ahlaki kabullerini cezalandırarak rahatlamaya çalışıyor.
En etkileyici kısım ise, duyarsız ve duygusuz bir ailenin birbirine olan yabancılığının dönüştürdüğü en son insan olan büyük torun Jérome’un dışa vuran öfke kriziydi. Ablasını ve kendisini aşağılayan çocukların fiziksel şiddetine kayıtsız kalan Jérome onların elinden kurtulduktan sonra bir tavşanı yakalıyor ve onu biçimsiz kanlı bir tükürük yığınına dönüştürene kadar taşla eziyor. Sakinleştikten sonra bir ağacın dibine bir çukur kazıp hayvandan geriye kalanları gömüyor.
Karamsar bir varoluşçu olan Cioran’a göre toplum, insanları din, ahlak, kanun gibi kurallarla sınırlandırır ve onlara ne yapacaklarını ve ne düşüneceklerini dikte eder. Toplumun en küçük birimini yansıtan bu aile içerisinde de bireyler acımasızca manipüle edilmiş ve bastırılmış. En büyük varis Henri; erkeğin ezdiği, acımasızca yok ettiği oranda, ne kadar çok çalışıp ne kadar çok mülk edinirse o kadar çok erkek olacağını, cesur ve dayanıklı olacağını ve kendisiyle gurur duyacağını düşünüyor. Babanın bu manipüle edici ve ezici varlığı karşısında çocuklar kayıtsız bir köleliğe teslim oluyorlar.
Doğanın temel dengesinde doğum – yaşam – ölüm döngüsü vardır. Bu döngüye varoluşçu perspektiften bakan yazar; doğuştan kötü olan insanın yaşamın döngüsünde yarattığı yıkıcı etkisiyle kendisine ve etrafındakilere zarar verdiğini ve hiçbir vicdan azabı duymadan yaptığı müdahalelerle kötülüğün hüküm sürmesine sebep olduğunu vurguluyor. İnsan kendi soyundan gelen bir klan yaratmaya çalışırken; türünün devamının daha çok sahip olup daha çok hüküm sürmesinden aldığı haz, acımasızlığını ve vahşiliğini her türlü bastırmasına ve görmezden gelmesine sebep oluyor.
“domuzları istedikleri gibi biçimlendirdiler, anormal şekilde büyüyen, devasa gövdeli, neredeyse hiç yağ içermeyen, tamamı kastan oluşan sağlıksız aptal hayvanlar ürettiler. Aynı anda hem devasa hem narin, ağılın karanlığında bitki gibi büyümekle geçen yüz seksen iki gün dışında bir hayatı olmayan, yalnızca tüketime hazır hep daha yağsız et üretmek için atıp kan pompalayan bir kalbe ve ciğerlere sahip hayvanlar yarattılar” 275
“bazen onları ağıl mı canavara dönüştürdü, yoksa ağılı böyle yapan kendi canavarlıkları mı diye soruyor kendine.” 293
Üremenin, doğumun ve barınmanın gerçekleştiği yer olan ağıl aslında nesilden nesile aktarılan travmaların, acının, öfkenin, korkunun, sevgisizliğin ve acımasızlığın insanda ve hayvanda aynı anda vücut bulduğu bir yere dönüşüyor. Modern tekniklerle ve kimyasal ilaçlarla müdahale edilip yapay türlere dönüştürülen hayvanların ve insanların yabancılaşması ve duygusuzluğu ağıldan yükselen ağır dışkı kokusuna karışıp bütün çiftliği sarıyor.
Hayvan Hükümranlığını okurken vahşetin ve şiddetin bu kadar ağır bir dille verilmesinden kaynaklanan zihin bulanıklığını netleştirmek için sık sık Cioran’ın Çürümenin Kitabı adlı eserine dönüp altını çizdiğim bazı bölümleri tekrar okudum. Kitabı bitirdikten sonra da Polonyalı yönetmen Jerzy Skolimowski’nin insan türünün doğayı ve diğer canlıları katlettiği dünyayı bir eşeğin gözünden anlatan filmi EO’yu hatırladım. Bir edebi eser her zaman bize iyi hissettirmek zorunda değildir. Var olan çarpıklıkları, rahatsızlıkları, ve kötülüğü günlerce gözümüzün önünden gitmeyen ayrıntılı betimlemelerle veren eserler de yaşamı her yönüyle fark etmemize yardımcı olurlar.
Züleyha Çelik
• Hayvan Hükümranlığı. Jean Baptiste Del Amo. Can Yayınları, Ocak 2023. İstanbul