Genç adam, uykuya dalarken zihni Arzu’nun izleriyle doluydu. Rüyasında, kendisini bir satranç tahtasının ortasında buldu. Ancak bu, bildiği bir tahta değildi. Taşlar, klasik şekillerinden sıyrılmış, insan suretlerine dönüşmüştü. Bir piyon, çırpınan bir çocuk gibi; şah, yaşlı bir bilge; kraliçe ise kusursuz bir kadın suretindeydi. Kraliçenin yüzü Arzu’nundu.
Tahta karanlık ve aydınlığın kesişiminde, Ying ve Yang’ın sonsuz döngüsünü andıran bir düzen içindeydi. Kimi kareler ışıldarken kimileri gölgelerle boğuluyordu. Genç adam, bu tahtanın ortasında çıplak ayakla duruyordu.
Bir anda Arzu’nun suretine sahip olan kraliçe ona yaklaştı. Yüzündeki ifade, hem çekici hem de meydan okuyucuydu. "Neden beni hep böyle görmek istiyorsun?" diye sordu, sesi bir yankı gibi tüm tahtada dolaşarak.
Genç adam, "Çünkü sen benim eksik yanımı tamamlıyorsun," dedi, fakat sözleri havada asılı kaldı. Arzu’nun yüzü alaycı bir ifadeyle şekillendi. "Kimse kimsenin eksikliğini tamamlayamaz. Bu, insanın kendisine kurduğu bir tuzak," diye yanıtladı kraliçe.
Tam o sırada, tahtanın bir köşesinden bir bilge adam—genç adamın kendi suretiyle—belirdi. Bilgenin sesi, rüyanın yankılarında daha ağır ve otoriterdi:
“Arzu’yu arzulaman, doğanın bir oyunu. Etoloji bunu açıklar; insanın en temel güdüsü üreme ve hayatta kalmadır. Ama onun peşinde koşarak kendi varlığını mı sorguluyorsun? Yoksa onu istemek, bilinçaltının bir bahanesi mi?”
Genç adam cevap veremedi. Arzu’nun suretindeki kraliçe tekrar konuştu. “Sen beni değil, düzeni arzuluyorsun. Kaosun ortasında bir düzen bulma ihtiyacını. Çünkü bu tahtada her şey senin elinde, ama gerçek hayatta… gerçek hayatta bana ulaşamazsın.”
Bu sözler, genç adamın zihninde bir kıvılcım gibi çaktı. "Eğer bu bir oyun değilse, neden buradayım?" diye sordu.
Kraliçe, bir adım daha yaklaşıp yüzünü ona eğdi. "Belki de insan, en derin arzularını bastırdığında, rüyalarında onlara dokunmaya cesaret eder. Ama unutma, ben sadece senin zihnindeyim."
Tam o anda, kraliçenin yüzü ve bedeni dönüşmeye başladı. Yüzü bir anda bilinçdışının bütünlüğünü simgeleyen bir daireye dönüştü; etrafında yin ve yang sembolü dönerken bilge adam tekrar konuştu:
“Kendi parçalarını birleştirmeden, başkasını tamamlayamazsın. Bütünlük, kendinle savaşmayı bırakıp, kendi tabiatını anlamaktan geçer.”
Tahtanın zemininde hayvan figürleri belirmeye başladı. Kurtlar, kartallar ve yılanlar… Hepsi birbirine bağlı bir döngü içinde hareket ediyordu. Bilge adam ekledi:
“Etologlar der ki, Homo sapiens, doğasını ve çevresini anlamadan kendilik arayışını tamamlayamaz. Senin oyununda kurallar basit, ama hayatta her taş bir diğerine bağımlıdır.”
Genç adam bir an sustu. Tahta kaybolmaya başlarken Arzu’nun kraliçe sureti bir kez daha ortaya çıktı. Ancak bu kez yüzü daha yumuşaktı. “Beni arzuluyorsun çünkü kendine yabancısın. Ama unutma, bütünlük seni bekleyen bir ayna gibidir. Ona bakmaya cesaret edebilir misin?”
Bir anda bilinci, sıcak terlerle uyandığında yerine geldi. Satranç tahtası hâlâ orta yerdeydi, taşlar karışmış bir halde duruyordu. Gözlerini kapayıp derin bir nefes aldı. Belki de bu kez, oyuna başka bir hamleyle başlaması gerekiyordu.