Biz kalabalık içindeki yalnızlar, biz üç silahşördeki Dartanyan, biz altın yumurtlayan kazın üvey evladı ve biz palto hikayesindeki erimiş astar. Ne kılıklara girdik yüz yıllardır. Beklenmedik anlarda bizden de bir şey beklemediler. Biz hep bekleyen taraf olduk, gelmediler.


Biz yanlış ata oynadım cümlesindeki at, biz Red Kit’in vurulan gölgesi, biz şakaklarına kar yağıp çizgili yüzüne aynada bakan yarım ömür ve biz uzayan burunların kısalan güvenilirliğiyiz. Hep kaybeden tarafı seçmişiz. 


Biz kibritçi kızın son kalan teki, biz ufalanmış ekmek kırığı, biz duvardan düşüp kırılan yumurtanın sarısı ve biz fanusta yaşayan küçük kara balık. Sınırlarımız hep belli, sesimizi duyuramamışız.


Biz tarihin tozlu sayfalarında okunamayan yazılar, biz çikolatadan evdeki fıstık kabuğu, biz kurulmadan çalışmayı bekleyen asker ve biz ayarı bozulmuş zaman yolcusu. Olması gereken yerde olmayıp olmadık sözler sarf etmişiz tam konuşmamız gereken yerlerde.


Biz hiç konuşmamış ama çok düşünmüş kişiler, biz çevresini gözleriyle kuş bakışı doğrayanlar, biz kömürden elmas yapmaya çalışıp ellerini boyayanlar ve biz Zümrüdüanka kuşunun üflenerek dağıtılmış külleri. Vazgeçmişiz çok şeye başlamadan. Bitmemiş çok davamızın olması da bundan.


Biz camdan ayakkabının kırılan topuğu, biz küçük prens’in yalnız gülü, biz ağustos böceğinin çaldığı saz ve biz tilkinin ağzındaki bir dilim peynir. Yalnızca aracı olmuşuz çok şeye. Geçip giderken dur dememişiz olanlara.


Biz artık uzayan sözün derin anlamı, biz saatleri ayarlanmamış enstitü, biz kim için çaldığı belirsiz çanlar ve biz yer altına saklanmış notlar. Sussak da içimizdeki anlam ve önemin anısı kalmış.