Neden yaşamak zorundayız? Asırlardır belki sorulan sorular değişmedi, hoş verilen cevaplar da birbirinin aynı. Neden yaratıldık, nasıl yaratıldık ve nereye gideceğiz. Sorular ve cevaplar değişmiyor. Çok az insan da neden yaşamak zorunda olduğumuz sorusuna gitmiş. Yaşamamıza neden olan ve anlam katan bir şeyden bahsetmiyorum, zorunda olduğumuz nedenden bahsediyorum. Yaşamak, makûl, mantıklı ve ahlaki olmadığı halde neden yaşamak zorundayız? Soruyu böyle sorunca insan ürperiyor fakat zorunda olduğu yaşamak eylemine de kayıtsız kalamıyor. Benim için sorunun herhangi bir cevabı ya da doğrusu yok. Yaşıyorum çünkü diye başlayan bir cümleye uzun süredir sahip olamadım.
Kendimce, yaşama sebebimi ya da zorunluluğumu "kendimi arama" işinde meşgul olarak görüyorum. Kendimden nefret etme hatta kendime karşı bir yabancılaşma evresinde uzun süredir debelenir dururum. Neden ve nasıl sorusunu her soruşum da binbir cevaba gitmem beni kendimden biraz daha uzaklaşır hale getirdi.
Augustinus "kendimi önüme koydum kendimi gördüm ve kendimden korktum" derken sanırım kendini tanıyamadığı için bir korkuya ya da evhama kapıldı. Çevremizdeki insanlara baktığımız vakit bize her dem ne kadar iyi olduğumuzu, merhametimizi veya farklı özelliklere sahip oluşumuzu takdir eden konuşmalarına tanık ediyoruz. Ben tam da burada korkuyorum, ya ben beni görenler gibi değilsem? Ya ben beni var eden bir kötünün gizlediği bir şeyden ibaretsem. Çevreme karşı iki yüzlü davranma olasılığından korkar, kendime karşı sürekli bir "sen kimsin" mesafesinde kalırım. Esasen kendimden korkarım, ben, benim, benden...
Fernando Pessoa tam burada "kendimle arama sızan bu mesafe neyin nesi" diye soruyor. Bu sual kendini tatmin etmemiş olacak ki " Ben kaç kişiyim? Ben kimim? Ben ve kendim arasındaki bu boşluk nedir? diyerek soruyu nihayete erdiriyor. Kendisi için bile çekilmez olan insanların nihayetinde kendisine yabancılaşması böyle geliyor. Kim olduğunu bilen herkes biraz kibirli biraz narsist bir bireydir. Kendini tanımaya kalkan herkes bilir ki, tanımak aslında kaybolmaktır. Bilmiyoruz sadece tanımak yerine kendimize tanımlamalar getiriyoruz.
Bu tanımlamalar da yaşamak zorunluluğu katıyor olabilir bize. Kendimizi tanımaya olan hasret ve hasletimiz yaşama olan katılma duygusuna bir zorunluluk getirebilir. Zannımca kendimi tanıdım yahud kendimi bildim dediğim yerde canıma kast edebilir, hayatımı sonlandırma fırsatına erebilirim. Tam da bu sebeple yaşamak zorunda kalıyorum. Bilmediğim kendimin peşinde koşarken, tanıyamadan ölmek bir parça huzursuz eder beni. Hoş ne zaman ölürsem öleyim, çoğul ifade edelim; ne zaman ölürsek ölelim, kendimizi tanımamış olacağız. Hep bir parça eksik, hep bir yerde meçhul. Ben, kendim için kendimi tanımak zorunda olarak yaşamaya çalışıyorum çok daha açık bir ifadeyle yaşama alışıyorum. Kendimle olan savaşım bitmek bilmeyen bir düello. Son söz Pîrî mahlaslı şairden gelsin:
Kendimi kendim yitirdim kendim arar kendini...
Kendini arayan herkes için yaşamak zorunluluğu var. Zorunlu olan hiçbir şeyde makûl değil. Peki nedir yaşamak?