Herkes kadar ölümlüyüm ama en çok ben taşıyorum şimdi çantamda ölümü. Çantam, varlığımın tabutudur şimdi.
Zamana karşı yarışmanın telaşıyla yazıyorum. Belki son cümlemdir bu belki de bir sonraki… Belki bitiremem bu yazıyı belki de bu yazı bitirir beni. Çok koşmaktan yorulmuş ama doğduğu yerde ölmüş biri saysın güncem artık beni. Hayatı çoğu zaman yürüyerek, kimi zaman koşarak ama gideceğim yere hiçbir zaman varamadan yaşadım. Yolda olmak, evde olmaktı ve yürümek, yaşamaktı benim için. Bu yüzden ölmeye, ayağımdan başladım.
Hayat, başlangıcın son ile buluştuğu, tuhaf dairesel hareketli devinim bir yolculukmuş. Yaşam, ancak ölümle ikinci kez tanıştığında kutsanır; ölüm, ancak yaşadığının idrakinde hazlanırmış. Bir pazartesi gecesi buluştuğumuzda kulağıma fısıldadı tanrı.
Tanrı nefesini enseme bıraktığında, ayağa kalkıp yürümek istedim, sağ ayağım yoktu. Sağ dizim, sağ elim, sağ bileğim yoktu. Haykırmak istediğimde sesim; örtünmek istediğimde yorganım, yoktu… Sol elimin parmaklarını avucuma kenetleyip tıklattım kainatı kırk dört dakika, kimse yok mu? Yoktu! Hiç kimse yoktu kırk dört dakika. Kırk beşte geldi tanrı, kırılgan bir edayla. Yüzü, tüm bildiklerimin aksi kadar keskindi; kalbimi, göğüs kafesimi kırarak avuçladığında. Üç kez sıkıp çevirdi kalbimi, anahtar misali, bir kapı açarcasına. Arındırdı kalbimi kandan ve yaşamdan, bu sıkma. Çekip çıkarttığında avucunu göğsümden, kalbim söküldü yerinden, bağlı olduğu tüm damarlarıyla. Eğilip kulağıma, fısıldadı usulca, avucundakileri sağ yanıma bıraktığında;
“Bu evharistiyada son buluşma
kalk doğur,
kalk ve yarat kendini
tanrın bedeninde bir kurban ve bir insan diledi.”
Tanrı pazartesi gecesi beni terk ettiğinde beş gün yalnızca düştüm; gündüzden geceye, yaşamdan ölüme, kendimden kendime… cennetten bir inişti bu düşüş, babam ademin mirası, ama bir başka cennete… Tanrı benden göğsümü yumruklamamı ve kendisini dileyip durmamı bırakmamı istemişti. Öyleyse baruch haklıydı. Güneş içime ne kadar dolmuşsa, yağmur tenimi ne kadar ıslatmış, ne kadar ellerim dokunduklarıma iz bırakmışsa; o kadar tanrıylaydım. Tutunduğu dalı bırakırken beş yaprak düşürmüştü uçan üç kuş, ben bunları düşünürken. Öyleyse ölümü öldürürüm diye geçirdim içimden, kendimi diriltirsem… ve kalktım;
bir zeval vakti öldürdüm ölümü
ayırdım kemiklerimden etimi
kalbimi kuşlara
inancımı gergedanlara pay ettim
hevâmma cesedimi çiğnettim
kendimden geriye yalnız kutsal çehrem kalınca
kanımdan şarap
ruhumdan çorba yapıp içtim
kemiklerime bir hayat diktim
zihnimi ilahlıkla eğittim
yarattığım kendimle seviştim
“hakikat sensin” diye inleyen
sesimi işittim
“sen tapan,
sen tapılansın
ilahımsın
kulumsun
uyu şimdi koynumda
öldüren ve dirilten biri için fazla yorgunsun.”
Hayatım bir koşuştu, şimdi anda oturmanın keyfiyle güneşi, hakikati ve tanrıyı içime dolduruyorum. Kendini yaratınca biraz tanrı, en çok ölümsüz oluyormuş insan. Tanrıyı parçalara ayırıp göğüs kafesime doldurduğumda anladım. Dudaklarıma değen bu ses hangimizin, hangimizin parmakları yaratıyor bu sanatı
unuttum …
Beyza BAYRAKTAR