Yazının başlığı çok şey anlatıyor aslında, anlamaya mecali ve takati olanlar için... Anlamaya takati olmayanlar için ben de bir şeyler anlatayım; sözcüklere bir şeyler giydireyim belki alıcıları çıkar, onlara değer kazandırayım. Kent insanı büyük bir paradoks yumağı içindedir ama genelikle bunun farkına varamayacak kadar yoğun ve meşguldür. Zamanı kendisine ait değildir, parçalanmış bir yaşamı ve zamanı vardır. Zamanın sonsuzluğu karşısında zamanı parçalara ayırarak tüketir tüketmek istediği her şey gibi... Parçalamak tüketmektir. Kentler inşa edilirken birey gözardı edilir; topluluk, toplum, sürü, yığınlar dikkate alınır. O yüzden birey için kent hayatı zindandır, eğer diğer bireyler olmasa. Başkalarıyla anlam bulan bir hayatta kalma mücadelesi. Özellikle hayatta kalmayı kullanıyorum çünkü söz konusu yaşamak denmez ona. Kentler karanlık alanlardır, çokluğun olduğu her yer karanlıktır çünkü bilinmezlik, belirsizlik vardır. Güven yoktur, muhabbet yoktur, dertleşme yoktur ama sıkıntı çoktur, dert çoktur. Kentte yaşayanlar için bazı tercihler yok olmuştur. Tercihin kendisi yok olmuştur. Birlikte yaşamanın getirdiği normlar hayatı yönlendiriyor. Bireyin dışında gelişen bir serüvene dönüşür hayat adeta. Mutluğun çok meşhur bir tanımı vardır: "Mutluluk kendine yetebilmektir."
Yukarıda saydıklarım ve sayamadıklarım kentte yaşayan bireyin ancak diğerleriyle var olacağını, ancak diğerleri varsa hayatta kalabileceği, asla kendisine yetecek şekilde dizayn edilmediği bir kent hayatı... Kent insanı tek başına kaldığı zaman tüketecek bir şeyi yoktur, taşrada yaşayan bir insan gibi değildir. Üretimi yoktur. Tüketeceği tek şey vardır: Kendisini tüketebilir. Ve var olan sistem içinde kendisine yetemediği için gerçek anlamda mutlu da olamaz.