Kırk Sekiz


Elleri kitabın kapağında gezindi. Zaman yine acımasızlığını etmişti. Kadın ellerini saçlarında dolaştırdı, gözlerini kapattığı gibi o günü hatırladı.


Aylak aylak binada dolaşmaktan sıkılmıştı. Derin bir nefes aldı, eve gitmeliydi. İnsanları seyretti.

Köşede ağlayan çocuk annesinin eteğini çekiştiriyorken annesi hiç oralı değildi. Umursamaz bir halde telefonuna bakmayı sürdürüyordu. Çocuğun suratı ağlamaktan kırmızıya dönmüştü. Yanına gidip gitmemekte kararsız kaldı bir süre. Vazgeçti.


Bir başkası hararetle telefonda konuşuyordu. Kavga eder gibi bir hali vardı, yüzünden okunuyordu. Kulak kabarttı. Neden bu ilişkinin bitmemesi gerektiği ile ilgili konuşuyordu. Bunu telefondan konuşmaları onu güldürmüştü. İşte bitmesi için bir sebep de bu, diye düşündü.


Yürümeyi sürdürdü mağazaların arasında, tam o sırada bir masada oturan iki kişiyi seyretmeye koyuldu bu kez. Sohbet etmelerini beklerken onlar kahvelerini alıp masaya oturmuş, daha bir dakika bile geçmeden ellerindeki ışıltılı ekrana hipnotize olmuşlardı. Şaşırmak istedi ama normaldi. Öyle normaldi ki yoluna hafif bir tebessümle devam etti.


Ve işte asansörün önüne gelmişti.Düğmeye bastı, üzerinde nedensiz bir gerginlik vardı. Açılan kabinde bir kişi vardı, kabine bindi ve zemin katın düğmesine, ardından kapının kapanmasını sağlayan düğmeye birkaç kez bastı, kapı kapandı. Hafif bir gülüş işittiyse de aldırmadı. Çok geçmeden asansör durdu, asansördeki adam inecektir, diye düşündü fakat ne kapı açıldı ne de yanında duran adam hareket etti. Kafasını çevirip adama baktı, ardından tok bir ses duydu:


“Bozuldu.”


Kadın kafasını kaldırdı; bu ufacık asansörde biriyle yalnız kalmak, isteyeceği son şey bile olamazdı. Üst üste yardım düğmesine bastı, hiçbir hareketlilik yoktu; dakikalarca uğraştı, telefonu aklına geldi, çalışmıyordu. Bakışlarını adama çevirdi. Fazlasıyla sakindi ve sadece onu izliyordu.


“Telefonunuz çalışıyor mu kontrol eder misiniz?”


“Çalışmıyor.”


Tekrar yardım düğmesine bastı.


“Arızalı belli ki, bırak işte.”


“Bu imkânsız. Çalışması gerek.”


“Bastığın tuş vardı ya, kapı kapatma düğmesi, o da bir işe yaramıyor çoğu asansörde. Genelde birkaç kez denersin ve ancak o zaman işe yarar. Aslında sadece düğmenin işe yaradığını düşünmeni sağlar. Hızlı kapatmaz, standart süresinde kapatır asansör kapılarını ama zaten vaktini bununla geçirdiğin ve olmasını istediğin eylemle ilgili bir şeyler gerçekleştirdiğin için beynin standart süreden erken olduğunu düşünür. Plasebo etkisini duydun mu hiç?”


“Hayır.”


“Tıbbi olarak etkili sayılamayacak bir ilacı, beyni ikna ederek etkili hale getirmek. Örneğin bir şekeri ilaçmış gibi göstererek hastayı bu şekerin ona iyi geleceğine inandırmak. Bazı durumlarda gerçekten işe yarar çünkü beyin ikna olmuştur. İşte bu düğmelerin oluşturduğu etkiye de mekanik plasebo diyoruz. Yükleniyor yazan çubukların yarısından çoğu yalnızca görüntü amaçlı. Sen sıkılmayasın diye. Kontrol sende sanıp mutlu olasın diye.”


“Bu çok saçma.”


“Hayır, oldukça mantıklı. Sakin kalıyorsun, düzen işliyor ve sen kontrolün kendinde olduğunu düşündüğünden hiçbir şeyi bozmuyorsun; oysa hiçbir şeyin kontrolü sende değil. Bastığın düğmenin hiçbir işe yaramadığını fark etmedin bile.”


“Burada duramayız.”


“Sakin kalır mısın? Bu şehirde zaten kafeste sayılırdın. Ne değişti?”


“Bu da ne demek?”


“Zaten yalnızdın. Kalabalıkta bile yalnızdın. Gidebileceğin yerlerin sınırları çizilmiş bir şehirdesin, sırf canın istedi diye her yere gidemezsin. Ne farkı var, alt tarafı sınırların küçüldü.”


Kadın konuşmadı. Haklıydı, bu şehirde herkes yalnızdı.


“Öyle bir düzen kurulu ki işe gidiyorsun onlarca insanla yalnızsın. Eve gidiyorsun, ailen varsa bile yalnızsın. Ya ekranlara bağımlı ya odana kilitlisin. Sohbet etmeyi unuttuk. Şuna bak, ne kadar boş bakıyorsun gözlerimin içine.”


Devam etmesini bekledi.


“Konuştuğumuz zaman da tek konuştuğumuz yine kendimizi yalnızlaştıracak konular. Kim ne yapmış, ne giymiş, son sosyal medya paylaşımı neymiş? Sosyal medya yine kendi plasebo etkimiz. Bir düşün. Yine kendi yalnızlığımızdayız, alışveriş yok bu konuşmalarda. Birinin ruhuna bu şekilde ortak olamazsın. Ortak olamadan da yalnızlığı bozamazsın.”


“Bu asansörden nasıl çıkacağız?”


“Merak etme, birinin işi illaki düşecek bu metal kafese. Havalandırma çalışıyor, sorun yok.”


İçten içe rahatlamıştı kadın, galiba karşısındakinin paniklememesi onu da olumlu etkilemişti.


“Peki, nasıl bozulacak bu yalnızlık?”


“Bozulmayacak. Düzen oldukça sağlam. Ancak ne olması gerek biliyor musun? Şu an içinde bulunduğumuz durum olması gerek. Konuşmak zorunda kalmalı insanlar. Konfor alanından çıkmak kolay bir durum değildir. Sen de yalnızlığın bir parçasıydın, ben de. Hepimiz yağmurda cama yapışmış ufak su damlalarıyız. Birleşmeden öylece camda asılı duruyoruz. Oysa birleşsek süzülüp ineceğiz zemine. Öyle habersiziz ki her şeyden…”


“Neden habersiziz? Nereden çıktı bu düzen?”


“Yaşamıyoruz, yaşatılmıyoruz. Dönüp de fark etmiyoruz hiçbirimiz, çünkü böylesi daha kolay. Nereden geldiğimizi merak etmiyoruz, yolumuzu kendimiz çizmiyoruz. Zaten çizilmiş yollardan birini tercih ediyoruz veya etmek zorunda bırakılıyoruz. Öylece, bu şehirlerde kurulmuş düzeni birer kukla gibi yaşıyoruz, yapayalnız. Biri sağ kolumuzdaki ipi çekerse kolumuzu kaldırıyoruz, bırakırsa indiriyoruz. Ruhumuzu biz kendimiz katlediyoruz. Ne için yaşadığını bilmeyen insanlardan medet umuyoruz. Öyle kısa süreli çözümler buluyoruz ki inan bana geceyi aydınlatmak için kibrit çakmaktan hiçbir farkı yok bunun.”


“Sen nasıl farkındasın? Kimsin sen?”


“Ben bu düzenin beceriksiziyim. Geceleri sokak lambalarıyla sohbet eden sarhoşum. Aslında insanlara seslenmeye çalışıp duvarlarla konuşan deliyim. Bağlamaya çalışılan fikirlerimin iplerini dişlerimle kemirenim. Uyumu tutturamayanım ben. En sonunda konuşmaya küsenim. Sonra tekrar yenilgimi kabullenemeyenim. Tekrar tekrar pes edip geri başlayan ve bu kısır döngüden usanmayanım. Ben kimim? Ben hepinizim ve hiçbirinizin bundan haberi yok.”


Adam yıllardır konuşmadıklarını konuşur gibiydi. Sanki ilk kez gerçekten konuşabiliyor gibi...


“Konuşmayacak mısın?”


“Kafam öyle karıştı ki...”


“Karışmalı. Hatta öyle karışmalı ki ipin ucunu da sonunu da asla bulamayacağın, istesen de çözemeyeceğin, amacının artık çözmek değil de karmaşıklaştırmak olacağı kadar karışmalı. Şunu asla unutma: Karışmadan çözülmez.”


Genç sayılabilecek bir adamdı karşısındaki. Siyah saçlı, oldukça beyaz tenliydi. Kendine has yüz hatları vardı, akılda kalıcıydı. Gözlerinin altı mor birer şerit çizilmiş gibiydi. Uykusuz görünüyordu. Ama gözleri olanca dikkatiyle bakıyordu.


“Sen ne zamandır uyumuyorsun? Gözlerinin altı mor.”


“Bununla uğraştığımdan beri.”


Çantasından sayfalar çıkardı.


“İki üç kopya var. Madem ilk defa kendimi dinletmeyi başardığım insan sensin, biri senin olsun. Zaten bunun uğruna daha fazla uğraşmayacağım.”


“Bu nedir?”


“Zihnimde hep kızıl tilkiler var gibi hissederdim. Fikirlerim, tilkilerimdi benim. Çok hızlı koşarlar, iyi işitirler, bazen sayıları o kadar çok olur ki kuyrukları birbirine dolanır, ortalığı toz duman ederler. Zihnimden atmaya çalıştıkça orayı benimsediler. Ben de pes edip onlara bir yer açtım.”


Kadın gülümsedi.


“İşte bu da benim kendi plasebo etkim. İnsanları yeniden diriltmek adına bir şeyler yaptığımı zannediyorum fakat hiçbir şeyi değiştiremeyeceğim ortada. Kimse okumayacak kafamdaki tilkileri. Yine de beynim rahat çünkü kontrol onda sanıyor.”


“Burada sıkışıp kaldığıma sevineceğim aklıma bile gelmezdi.”


Bu kez gerçekten içten bir gülüş işitti. En son ne zaman duyduğunu hatırlamayacağı kadar içtendi, belki hiç böylesini duymamıştı, kim bilirdi?


“Memnun oldum, ismin nedir?”


Kadın ismini söyledikten sonra ona ismini sordu.


“Yekta ben de.”


“Eşsiz demekti eğer yanılmıyorsam.”


Kafasını salladı.


“Daha yazdıklarını okumadan bir hayran edindin. Belki gerçekten düzeni değiştirebilirsin.”


“Bu şehir bir kaostan ibaret. Ve bunu fark etmek için geriden bakmak gerek. İnsanları o kaosun içinden nasıl çekip çıkarabilirim bilmiyorum.”


“Yol göstermek isterdim ama daha ben insanlardan kaçarken elbette bunun cevabına sahip değilim.”


Tam bir şeyler daha söyleyecekti ki asansör sarsılıp çalışmaya başladı.


“Güzel bir sohbetti.”


Yekta elini uzattı. Tokalaştılar. Asansörün kapıları açıldığında çantasını da aldığı gibi çıktı Yekta. Kadın kağıtları eline aldı, son sayfa dikkatini çekti. İletişim bilgileri vardı.


Kadın o gün kağıtları baştan sona iki kez okudu. Hayatında daha etkileyici hiçbir şey okumamıştı, bundan emindi. Son cümleyi ise kafasından asla silemiyordu:


“Yazarak yaratıyor, yakarak yok ediyoruz.”


Bu kesinlikle insanlara ulaşmalıydı. Bu romandan vazgeçmek delilikti. Telefonu alıp arka sayfadaki numarayı tuşladı, gecenin bir yarısı olmasını umursamadan.


Gözlerini açan kadın eski dostuyla tanıştığı günün etkisindeydi hala.

Şimdi okurların elindeydi roman. Az da olsa etki yaratmıştı. İlk baskı sadece kırk sekiz adet basılmıştı, onun isteği üzerine. Bir de onun elindeki ile kırk dokuz. İkinci baskı için bekleyen insanlar vardı.


Keşke o da görseydi, keşke şu an mezarının başında oturuyor olmasaydım, diye düşündü. Şimdi ise onun son isteğini gerçekleştirecekti.


Elindeki kopyayı yakacaktı.


“Yazarak yarattığımı, yakarak yok etmeni istiyorum,” demişti.


Nedenini asla açıklamamış, yalnızca ufak bir zarf vermişti ona. Kadın kitabı yaktı. Kül oluşunu izledi.Zarfı elleri titreyerek açınca onun el yazısıyla karşılaştı. Sağa yatık, okunaklı ama aceleyle yazılmış izlenimi uyandıran bir yazı. Daima aceleci yazardı. Gülümseyip okumaya başladı.


“O asansörde kırk sekiz dakika kalmışız, benim tam pes edeceğimde umutlarımı kırk sekiz dakikada yeşertmişsin. Şimdi birileri okuyorsa bunu, senin sayende.Ah, yine bir asansörde kalakalsak ya. Kırk sekiz dakika boyu teşekkür ederdim sana.”