Henüz altımızdaki beze ıslarken nenelerimiz böyle anlatmamıştı tecrübeyle sabit hayatlarını. Çiçekli ovalardan, kuşların neşeli şarkılarından biliyorduk dünyayı, çocuklar için dünya bundan ibaretti bir zamanlar.
Elimde kırmızı bir balık ölüsü var. Saydım. Üç kere çırpındı avucumda. Üç kere yaşamak istedi. Onu suya bırakırsam yalnız ölürüm diye düşündüm. Yalnızlıktan ve ölümden korkardım bir zamanlar ki nenemin masalları kadar eskiydi bu zaman. Yalnız ölmemek için kırmızı pullarını tuzlayarak ağladım avuçlarıma.
Öte yandan hiç düşünmemem gereken zamanda kimlerin dudakları değdi diye düşündüm. Boş verdim sonra, bayılırım kimselerin boş vermediği şeyleri ötelemeye.
Dudaklar kimliksiz değil miydi zaten, burnun altında incecik bir sızı gibi, kimi kapıları aralamaya, kimi kapıları söküp atmaya yarayan. Balıkların dudakları olmaz hem. Onlar yüreksiz ve kırmızı . Biz duygusuz ve kapkarayız hala. Sabah kalkıp pencere önündeki kasımpatıları sulamak istedim, sanırım şu sıralar çok heveslenmişim. Çürüyenler zehir akıtırmış. Saksının dibindeki suya bakınca anladım.
Sevebilmek elinde değilmiş öyle dedi birileri, bir gece vaktiydi. Benimse yalnızca kırmızı balık ölüm var. Uzun süredir merak ettiğim bir şey var ? Mezarlıklara neden afili isimler veriyorlar ? Mezarlıkları sevmedim hiç ama yolumuz çok kesişti. Yeryüzündeki en kara toprağa sahip buralar. Nenem hiç söz etmemişti insan ölülerinden, üstelik kırmızı balıkların yeri yok dedi kapıdaki bekçi.
Bende cebime koyup kırmızıyı devam ettim taşlar arasında yol bulmaya. Bırakasım yoktu zaten dedim içimden, avuçlarımdan iyi mezar olur balıklara. Ölü seviciden çok ölü özleyicisiyim ben, her gece isimlerini ellerimle kazıdığım mermerlerin ölülerini özlüyorum. Seslenmedi kimse ardımdan dönmedim bende bir daha.
Beni tanımıyorsunuz, mezar yaptığım avuçlarla, tüm yaralara çiçek açtırırım istesem ama kırmızıyı seviyorum.
Bu yüzden ölsün tüm balıklar.