Otelin çatı katında, en güzel manzaralı fakat en izbe odasında kalıyorlardı.


Hiç görmedikleri zeytin ağaçlarının meyveleri gibi gözleri, zeytin çekirdeklerini nişanladıkları kargalar gibi burunları vardı. Hemen hepsi akrabaydı, yaşları da boyları da birbirine yakındı. Aynı köyde doğmuşlar, aynı kızlara âşık olmuşlardı. O kızlar da köyde başka insan olmadığından yine akrabalarıydı. Hiçbirinin adı yoktu. Teyze oğlu, dayı oğlu, hala oğlu, amca oğluydular. Eski iş hanı sahibinin yazıhanesini, yatakhane; iş hanını da otel yapmışlardı.


Sadece birinin adı vardı. Ona da ad diye “Küçük”ü yakıştırmışlardı. Küçük'ün uyandığında ilk işi aralıklarından zemheri bir poyrazın sızdığı kocaman pencerelerden boğazdaki gemileri seyretmekti. Her sabah sıkılmadan aynı şakayı yapıyordu. “Kaç sefer söylüyorum size, gemilerimi buraya demirlemeyin. Alo, amca oğlu sana söylüyorum! Kim demirledi gemilerimi buraya yine?”


Amca oğlu da cevap olarak birkaç küfür gönderiyordu. Muhtemelen bütün gece uyuyamamış, güneş doğana kadar Ruslara servis yapmış oluyordu. Yük gemilerinin sözde sahibi Küçük de cevaplıyordu. “Ben de Rusya’ya gideceğim, anasını satayım. Bunca yıl ben onlara hizmet ettim. Biraz da onlar bana hizmet etsinler.”


Her sabah uyanır uyanmaz yüzlerini yıkamadan önce otel formalarını sırtlarına geçiriyor, temizlik yarışmasında otelin sonuncusu olan helaya girmek için birbirlerine giriyor hatta bazen kavga edip ortalığı birbirine katıyorlardı. İçeride uyumaya çalışan amca oğlu da yine küfrü savuruyor. Hızını alamıyor, kendi de kavgaya karışıyor, uykusu ta köyüne kadar kaçınca da balkona çıkıp gemilere karşı sigara tüttürüyordu.


Küçük, bu hela muharebelerinden kaçmanın yolunu bulmuştu. Kimseye görünmeden üçüncü katın sonundaki tuvalete kaçıyordu. Bunu da sadece en yakın arkadaşı teyze oğluna anlatmış, teyze oğlu da “Çavuş seni görürse orada seni bir güzel diker. Geçen gün kameraların yerini değiştiriyordu.” demişti. Küçük de “Hele önce Çavuş, o şeş beş gözleriyle önce şeyini bulsun. Ondan sonra kim kimi dikiyor bakarız. Girmeden önce kameranın boynunu büküyorum, çıkınca da düzeltiyorum Teyze oğlu sen merak etme.” diye operasyonunun detaylarını vermişti.


Çavuş dedikleri, diğerleriyle aynı köyden kırkını aşmış; su kabağı kafalı, kel, gözleri şaşı, bir deri bir kemik, kısacık, insan müsveddesi bir yaratıktı. Otel çalışanlarını sözde o yönetiyordu. Görev yerlerini o belirliyor; izin günlerini, çay-sigara saatlerini o ayarlıyordu. Ama bunları tabii ki hep o kabak kafasına göre yapıyordu. Bazen kabak kafasına göre izinleri iptal ediyordu. “Bu hafta yüz kişilik kafile var, izinler iptal.” diyordu. Ama otele gelen giden olmuyordu. Bütün hafta izin gününü bekleyen Küçük de isyan edince “Siktir lan, Taksim’e gidecekmiş. Taksim’e gidip de ne yapacaksınız? Gören diyecek İstanbul’u fethediyorlar. Senin neyine Taksim, piçe bak!” diye cevaplıyordu.


İzinleri onlardan intikam almak için iptal ediyordu. Çünkü onlar, izin günlerinde Çavuş’un hiçbir gün mutlu olmadığı kadar eğleniyorlar; Çavuş’un adını duymadığı semtlere gidiyorlardı. Kendiyse izin günlerinde bütün hafta gözleriyle haritasını çıkardığı Rusları hayal edip geneleve koşturuyordu. Otel dışında kabak kafasını soktuğu tek yer genelevdi. Çünkü kendini otel ve genelev dışında hiçbir yerde insan yerine konmayacak kadar ufak ve çirkin buluyordu.


Küçük’ün işi, sabah saat altı buçukta mutfakta başlıyor; akşam yemeğinin sonuna kadar devam ediyordu. Ama tek işi mutfak değildi. Yemek aralarında Çavuş’a yakalanırsa odacılara da yardım ediyordu.


Teyze oğlu odacıydı. Küçük gibi Çavuş’un elinden ne zaman kurtulursa anca o zaman uyumaya vakit bulabiliyordu.


Amca oğlunun işi gece Çavuş’la nöbet tutmak, odalardan sipariş gelirse götürmek, bir de sabaha kadar Çavuş’un hiç yaşanmayan çapkınlık hikâyelerini dinlemekti.


Hala oğlu kapıya bakıyordu. Alındığı günden beri hiç yıkanmamış kırmızı ceketi ve kırmızılık derecesinde ceketine rakip olamayacak eski püskü bir şapkası vardı. Otelde eksik olan tek şey kırmızı şapkasıymış gibi şapkasını kocaman kafasına sıkıştırıp tuhaf kıyafetiyle kapıda dikiliyordu. Rusları karşılıyor, ezberlediği birkaç Rusça cümleyi sıralıyor, bir de Çavuş’un tembihlediği gibi daima sırıtıyordu.


Dayı oğlu resepsiyona bakıyordu. Çalışanlar içinde okuma yazmayı doğru düzgün bir tek o biliyordu. Hem hepsinden uzun, hepsinden de yakışıklıydı. Zeytin gözleri yosun yeşiline çalıyor, diğerlerinde sonradan eklenmiş gibi duran burun, gözlerinin altından usul usul çenesine uzamış gibi tatlı tatlı sarkıyordu. Ruslarla iletişime geçebilen tek kişi oydu. Otele geldiği ikinci sene Rusçayı kökünden sökmüştü.


Resepsiyondaki televizyonda sürekli Kiril alfabesinin yuvarlandığı Rus kanalları açılıyordu, masada Türk bayrağının yanında Rus bayrağı toz içinde ayakta kalmaya çalışıyordu. Restoranda, mutfakta, koridorda sürekli Rusça şarkılar çınlıyordu. Küçük, tek kelime Rusça bilmese de bunları ezberlemişti. Çünkü “Deli” dedikleri aşçı mutfağa da bir kabin koydurmuştu. Küçük, Deli aşçının yamağıydı, mutfakta çalıştığı için de diğerlerinden daha iyi alıyordu. Maaşın karşılığında sabahtan akşama kadar Deli’den azar işitiyor, iş olmadığı zaman da Deli’nin gemilerde çalıştığı zamanlarındaki maceralarını dinliyordu. Bu maceraları dinlerken bazen uyukluyordu. Sadece uyukladığı ve teyze oğluyla Taksim’e çıktıkları zamanlarda insan olduğunun farkına varıyordu.


Küçük'le teyze oğlu, amca oğluyla hala oğlu beraber çarşıya çıkıyorlardı. Çavuş’un insafına göre ama genelde otelin boş olduğu salı ve çarşamba günleri izinli oluyorlardı. Çavuş bir tek dayı oğluna söz geçiremiyordu. O, ne zaman isterse o zaman izin kullanıyordu çünkü “Kral” dedikleri otel sahibiyle bizzat muhatap oluyordu. Dayı oğlu bazen haftada iki kez izne çıkmak istiyor Çavuş da her zamanki gibi “Oğlum sen geçen gün izne çıkmadın? Gören diyecek İstanbul’u fethediyorsunuz.” diyordu. Dayı oğlu “Yarın Kral gelecek haberin var mı?” deyince kuyruğunu kıstırıyor, aynaya dönüp tepesindeki üç tel saçı düzeltiyor ve mecburen “Tamam, geç kalma.” deyip çekiliyordu. Çünkü keyfine göre izin veriyor, bahşişleri tırtıklıyor, maaşları eksik veriyordu. Çavuş. Dayı oğlunun Kral’a bunları anlatacağından korkuyordu.


İş hanından bozma otelin sahibi Kral, diğerlerinin köyünden kimsesiz bir çobanın oğluydu. Komşu köyden bir kızı rızasız kaçırıp bir gece dama kilitlediği için köyden kaçmış, iş hanına bekçi olarak girmişti. Sonra dayı oğluna milyon defa anlattığı gibi çay ocağına terfi etmişti. Akşam han kapanana kadar çay dağıtmış, gece de Laleli’de çiğ köfte satmıştı. O zamanlar emeğinden başka sermayesi yoktu. Gün içinde çıkan başka öteberi hamallık işlerini de yapmıştı. Gözleri doğuştan bozuktu, dört adım ilerisini görmüyordu. Katran karası saçları neredeyse kaşlarıyla birleşiyor, çenesi burnuyla yarışıyor, güldüğünde dişleri gözlerine kadar uzanıyor, yanakları köyde keçi otlattığı kıraç ovaları andırıyordu. Sesi sanki boğazına biri yapışmış gibi hırıltılı çıkıyordu. Yani sözde “Kral” olmasa kimsenin ikinci kez muhatap olmayacağı çirkinlikte bir adamdı.


Kral, tüm kazandığını biriktirmiş, iş hanı kimsenin anlamadığı şekilde yanıp kül olunca biriktirdiğiyle hanı satın almıştı. Artık ne kadar uzun süre para biriktirdiyse harap olan hanı, üç ayda otele çevirmişti. Komşu iş hanlarından kimileri “Oteli o yaktı.” diyordu, kimi de “Patronu soydu, ondan sonra yaktı.” diyordu, kimi de “Köyden bir küp altınla geldi.” diyordu. Herkes ağzına geleni söylüyordu ama onu her gören Kral diye tapınıyordu. Çünkü ona Kral demeyeni köydeki kızı harcadığı gibi harcıyordu.


Otele iki haftada bir belli belirsiz saatlerde, günlerde uğruyor; kapıda hala oğluna elense çekiyor, resepsiyonda dayı oğluna küfredip odasına çıkıyordu. Dayı oğlu da kasayı açıp iki haftalık hesabı odaya çıkarıyordu. Yerine döndüğünde gömleği sırtına yapışıyordu. Çünkü okuma yazma bilmeyen kral bozuntusu şeytanın aklına gelmeyecek şeyler soruyor, sonunda da “Benden çaldığını fark ettiğim gün anam evradım olsun ki seni tramvay durağının önünde yakacağım.” diyor, sonra da yanındakilerle beraber onu da kovuyordu.


Çavuş, yaşananları ağzını açmadan dinliyor; Kral’a hayalinden cevaplar veriyordu. Kral ne zaman Çavuş’un anasıyla ilgili geniş ve gelecek zamana dair temennilerini dile getirse o da hayalinden “Günü gelecek ben de senin ananı belleyeceğim.”diye cevap veriyordu. Sonra da ağzı dışında başka bir yerinden çıkıyormuş hissini uyandıran sesiyle çalışanların izin günlerini sayıyordu. Kral, Çavuş’u dinlemiyordu; iş ne zaman çalışanlara gelse sadece “Hangi gün istiyorlarsa çıksınlar. Zaten otelin en güzel odasında kalıyor ibneler. Ama onları siktir edeceğim oradan. Hele bir ev tutayım onlara. İşler bitmiyor ki şimdi de parti işi çıktı. Şöyle Zeyrek’te bir yerde bir ev bul bu ibnelere. Orayı kendime oda yapacağım.” diyor, konuyu kapatıyordu.


*


Küçük ve teyze oğlu, Kral’dan aldıkları fermanla salı günleri çarşıya çıktıklarında soluğu Karaköy’de alıyordu. “Mektep” dedikleri genelev o saatte açılmadığı için yokuştan aşağı inip köprüye bakan büfeden simitle peynir kemiriyorlardı. Mektebin açılmasını beklerken Küçük, “Sevimli” dediği sözde manitasıyla bu kez nasıl sevişeceğini anlatıyordu. Bu kez farklı bir şey deneyecekti, Çavuş’un getirdiği porno filmi seyrederken görmüştü. Teyze oğlu da yapamadığı ve hiç yapamayacağı sevişme tarzlarından bahsediyordu. Güya geçen sefer “Ceylan gözlü”yle dört defa sevişmişti hatta "Ceylan Gözlü" üç seferlik para almıştı ama gerçekte yaşananlar farklıydı. Teyze oğlu, Ceylan Gözlü’nün tenine değdiği anda makaralarını çözüveriyordu. Ceylan Gözlü de “Yine sildin süpürdün ortalığı süt oğlan.”diyor binbir çeşit küfürle odadan kovuyor, her seferinde de parayı bir miktar fazla alıyordu.


Mektepte ders bitince kaldırımı tırmanıp Beyoğlu’na çıkıyor, o mağazadan bu mağazaya dolanıyor, ömürlerinin sonuna kadar alamayacakları elbiseleri deneyip aynada kendilerini seyrediyorlardı. Mağazalardan sıkıldıklarında Taksim’e doğru yürüyor, bazen eylemlere denk geliyor hatta aralarına karışıp ezgiye göre eylemcilerle beraber bağırıyorlardı.


Bir kere teyze oğlu, ölçüyü kaçırmış; en önde bademciğini boğazından koparmak istiyormuş gibi bağırmıştı. O kadar bağırmıştı ki megafonla öpüşen beyaz saçlı, kambur kabile reisinin dikkatini çekmişti. Reis yaklaşmış kulağına fısıldamıştı. “Siz nereden katılıyorsunuz çocuklar, kolektiflerden mi?” Teyze oğlu “Biz otelden geldik dayı!” diye kestirmişti. Reis de “Demek ki işçiler akıllandı, aferin çocuklar aferin.” dedikten sonra megafonu yalamaya devam etmişti. Küçük olayın farkına varmış teyze oğlunu kolundan yakaladığı gibi kalabalıktan koparmıştı.


Taksim’i biraz dolaştıktan sonra otobüse atlıyor, Fatih’e geçiyor, kaçıncı göbekten olduklarını hatırlamadıkları akrabalarının dükkanında cağ kebabı yiyorlardı. Kebabı kemirdikten sonra köyün lokaline uğruyorlar, bir iki çay kıtlıyorlardı. Güneşin batışına yakın internet kafeye gidip bir iki saat oyun oynuyorlar oradan da akşam yemeği toplanmadan otele geçiyorlar, yemekten sonra yine Çavuş’un ağına düşüyorlardı. Çavuş da izin gününde aldıkları hazzın acısını saat on ikiye kadar çıkarıyordu. İşler bitince de aklınca personeli ödüllendiriyor, parmaklarının arasındaki disketi gösteriyor, yukarıyı işaret ediyordu. Ardından hep beraber ‘ortası kırık ekran’ televizyonda porno film seyredip koro hâlinde tombala çekiyorlardı. Sonra herkes yatağına çekiliyor, amca oğlunun gece mesaisi başlıyordu.


*


Günler böyle birbirinin aynı gibi geçerken Küçük, dün gece yarısı burnunu yumruklayan bir kokuya uyandı. Uyanır uyanmaz derinlerden amca oğlunun sesini duyar gibi oldu. Tekrar uyumaya çalıştı ama koku artık dayanılmaz yumruklar atıyordu. Camı açayım, diye düşündü ama lodos izin vermedi. Yumruk atan kokudan daha pis kokan helaya girdi, ışığı açtı. Duman helanın içinde raks ediyordu. Odaya döndü, teyze oğlunu uyandırmaya çalıştı ama teyze oğlu bir türlü uyanmıyordu. Hala oğlunu dürttü ona da ulaşılamıyordu. Odanın ışığını yaktı. Işık üzerine çarşaf örtülmüş de boğazı sıkılmış gibiydi hiçbir yeri aydınlatamıyordu. Aşağıya inmek istedi, kapıyı açar açmaz cehennem yalazı yüzünü yaladı. Aşağıdan amca oğlunun feryadı geliyordu, “Çavuş, Çavuş!” diye yırtınıyordu. Küçük kapıyı kapattı, odaya döndü. Teyze oğlunu tokatladı. Teyze oğlu uyanmamak üzere uyumuştu. Lodosa aldırmadan tüm pencereleri açtı. Balkona çıktı.