Çeviren: Ali Berktay, Yapı Kredi Yayınları, 198 sayfa, (4. Baskı), Şubat 2020, İstanbul
1. YAZAR VE ESER HAKKINDA
Kendi tabiriyle ölmekte olan bir uygarlığın kucağında sağlıklı bir bebek olarak dünyaya geldiğini ifade eden Amin Maalouf, 1949 yılında Lübnan’da doğmuştur. Ekonomi ve toplumbilim eğitimi aldıktan sonra gazeteciliğe başlamıştır. 1976 yılından itibaren Paris’te yaşamını sürdürmektedir. İnceleme konusu olan deneme türündeki eseri Uygarlıkların Batışı, 2019 yılında “Le Naufrage des Civilisations” adıyla Fransızca olarak yayımlanmış ve Ali Berktay tarafından Türkçeye çevrilerek ilk olarak 2019 yılı Ekim ayında Türkiye’de yayımlanmıştır.
Maalouf’un “Uygarlıkların Batışı” olarak nitelendirdiği çöküşün anahtarı Doğu Akdeniz’in derinlerinde saklıdır. Eserinde şahsının ve ailesinin yaşamından kesitlerle ve görgü tanıklığıyla, doğup büyüdüğü Levant (Doğu Akdeniz) coğrafyasından yola çıkarak dünya medeniyetinin çöküşüne ilişkin kendi perspektifinden olayları yorumlamış ve çıkarımlarda bulunmuştur.
2. BİR KELEBEĞİN KANAT ÇIRPIŞI: "MISIR’DAN NEW YORK’A"
Maalouf, “Alevler İçinde Bir Cennet” ismini verdiği ilk bölümde, sonradan tam tersi bir kimliğe bürünse de, Mısır özelinde Levant’ın o dönemki büyüleyici atmosferini ailesinin de anılarıyla iç içe geçirmektedir. Bir zamanlar diğer yerlerin aksine farklı gıdalar barındıran coğrafyayı “Ben Doğu Akdeniz’in altın çağına yetişemedim” (s. 19) diyerek yâd etmektedir. Mısır’ı “Tarihinin ayrıcalıklı ânını yaşamış olağanüstü bir ülke” (s. 25) olarak tasvir eden yazar, sonrasında Mısır’da yaşanan gelişmeleri, ailesinin Lübnan’a mecburi göçünü ve dünyanın karanlık yolculuğunda sonradan tüm dünyada kelebek etkisi yaratacak gelişmeleri tarihsel bir anlatımla ve de otobiyografik olarak resmetmektedir.
Peki, o “altın çağ”ın parlaklığı ne oldu da birden sönüverdi? Mısır’daki İhvan-Hükümet çekişmesi, Süveyş üzerindeki güç mücadelesi, Batı ve sömürüye direnme... İncelemenin ilerleyen safhalarında da karşılaşacağımız etki-tepki meselesi ilk olarak burada karşısına çıkıyordu Maalouf’un. Doğu Akdeniz’den başlayıp dünyanın geri kalanına sirayet edecek zıt istikamette ilerleme hali ona göre sadece çatışmalarla ya da güç mücadelesiyle sınırlı değildi. Yabancıların Mısır’dan kovulması, Lübnan’daki ulus olma bilinci yerine etnik grupların kendi cemaat ve yöneticilerine yönelmesi gibi hususlar aslında bir noktaya, Uygarlıkların Batışı’ndaki belki de en temel nedene işaret ediyordu;
“Doğu Akdeniz’in çoğul toplumlarının dağılması, telafi edilemez bir manevi bozulmaya yol açmıştır ki bu da günümüzde tüm toplumları etkilemekte ve dünyamızın üstüne akla hayale gelmeyecek bir barbarlık selinin boşanmasına neden olmaktadır.” (s. 51)
Yazar “Batma Tehlikesi İçindeki Halklar” başlıklı ikinci bölümde Arap siyaseti ve Marksist/Komünist ideoloji arasındaki ilişki ile Arap-İsrail çekişmesi üzerinde durmuş ve kitabın geneline hâkim olan umut-hayal kırıklığı ikilemi bu kısımda da gözlenmiştir. Maalouf, günümüzde öteki/yabancı olarak görülen Arap veya Müslüman toplumlarını etnisite ve siyasal yapılar çerçevesinde ele almıştır. Marx’ın “sadece proleterlere değil, aynı zamanda azınlıklara, mensup oldukları kabul edilen ulusla tam olarak özdeşleşemeyen herkese”(s. 66) vadettiği kurtuluştan bahisle, Marksist temelli siyasal hareketlerin bir süreliğine de olsa farklı kimlikteki ve/veya azınlıktaki insanları bir arada tutan biricik unsur olduğuna kanaat getirmiştir. Bununla birlikte ilk zamanlar insanlık için umut verici bir ideoloji olan komünizmin yolundan saparak düş kırıklığı yaratmasına ve ardından dünyayı çöküşe sürüklemesine yer vermiştir.
Doğduğu bölgeden hareketle tüm dünyayı etkileyen olaylar silsilesini dünya medeniyetinin çöküşüyle ilişkilendiren Maalouf, Arap dünyasındaki bozulmayı sadece radikalleşme, cihatçılık, İslam dini ile siyaset arasındaki belirsiz ilişki ya da Batı’nın açgözlü ve sömürgeci tutumuyla açıklamanın yeterli olmayacağını savunmuştur. 1967 Arap-İsrail Savaşı’na açtığı ayrı bir parantezle bu bozulmayı sübjektif olarak incelemekte fayda görmüştür. 1967’de Mısır, Suriye ve Ürdün’ün İsrail’e karşı kısa sürede mağlup olmasının Araplar nezdinde bir özgüven kaybına ve Arap milliyetçiliğine olan inancın yitirilmesine yol açtığını dile getiren yazar bu hususu Almanya, Japonya ve Güney Kore üzerinden verdiği örneklerle açıklamaya çalışmıştır. Bu üç ülkenin atlatılan badirelerin ardından itibarlarını silah yoluyla geri kazanmak yerine kalkınma ve refah seviyesini arttırmaya öncelik verip, 6 Gün Savaş’ı sonrası Araplar gibi aşağılık kompleksine düşmediklerini ve bu sayede uluslararası arenada en üst sıralara tırmandıklarını vurgulayan Maalouf, Arap toplumlarını bu noktada eleştirmektedir. Onun deyimiyle “bir mağlup için en kötüsü, bozgunun kendisi değil, ondan hareketle ebedi mağlup sendromunu üretmektir.” (s. 80)
Kitabın üçüncü bölümünde Maalouf’un etki-tepki bağlamında farklı coğrafyalara yönelik yaptığı tespitler göze çarpmaktadır. Zamanın ruhu (Zeitgeist) kavramıyla açıkladığı; çağdaşların birbirini ister istemez etkileyişi ve dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan devrimsel nitelikteki olayların küresel çaptaki yankıları, bölümün ana temasını oluşturmaktadır. Özellikle petrol krizi ve Sovyet rejiminin buhranları çerçevesinde, 1979 İran İslam Devrimi’nden tutun da Thatcher‘ın muhafazakâr devrimine kadar domino taşı misali birbirini tetikleyen olaylar dizisini geniş bir yelpazede ele almıştır. Esasen bu iki olay ve kahramanları arasında dağlar kadar fark olmasına rağmen “her iki örnekte de o güne dek modern devrimlerin kurbanı veya en azından hedefi olmuş toplumsal güçler ve öğretiler adına devrim bayrağı açıldı” (s. 107) diyerek bu iki dönüşümün benzerliğini, bâtıni yönünü ve önemini ortaya koymuştur.
1979’daki gelişmelerle birlikte, İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan kutuplaşmanın ve bu kutuplaşmanın baş aktörleri Sovyetler Birliği ve Amerika’nın ideolojik arka planına da irdeleyen Maalouf, İtalyan Hıristiyan Demokrat Partisi lideri Aldo Moro’nun öldürülmesini, komünizm ve kapitalizmin amansız savaşı üzerinden onun “tarihsel uzlaşma” yanlısı politikasıyla değerlendirmiştir. Tarihsel uzlaşmayı bir ütopya olarak nitelendiren yazar, yönelttiği soruda bu iki ideolojinin mücadele etmek yerine sert yanlarını yumuşatarak birbirine yakınlaşmasının, aralarındaki çatışmayı bitirip bitiremeyeceğini sorgulamıştır.
Kitabın, ismiyle müsemma, dördüncü ve son bölümü olan “Dağılan Dünya”da Maalouf, günümüz medeniyetinin hamurunun geçmişin karanlık dehlizlerinde batmış uygarlıkların mayasıyla yoğrulduğunu belirtmiş ve insanlığın hangi yönde ilerlediğine dair çarpıcı örnekler sunmuştur. Bu ilerlemenin arka planında pusulayı kaybedip rotadan sapma hali mevcuttur. Toplum nezdinde meşrulaştırılan eşitsizlikler, dayanışma anlayışının yoksunluğu, öfkeli ve ayrışma yanlısı gruplar, farklı hiziplerin ait oldukları bütünün parçalarından daha sorunlu parçalar yaratma dürtüsü, kimlik ve aidiyet bunalımları… Kısacası insanlar arasında birlikte yaşama arzusunu yok eden bütün bu çıkmazlar insanoğlunu geri dönülmez bir yola sevk etmiştir.
İnsanoğlu ve uygarlık yirminci yüzyılda büyük savaşlar yaşamıştır. Çığırından çıkmaya başlayan dünya yirmi birinci yüzyılda da seyrine devam etmektedir. Verdiği denizcilik metaforuyla uygarlık dümeninin “güvenilir bir “kaptan”ın elinde olmazsa insanlık “gemisi”nin batmaktan asla kurtulamayacağını” (s.173) ifade eden Maalouf, 1979 yılında yaşanan gelişmeleri önemli bir viraj olarak kabul etmiştir. Birleşik Devletler ve Avrupa Birliği’nin gemi kaptanlığı rolünü üstlenememesinden yakınmıştır. Ona göre, son 30-40 yıllık dönemde hızla gelişen Çin’in, Sovyetler dönemindeki ihtişamına kavuşmak isteyen Rusya’nın ve yeni dünya düzeninde söz sahibi olmak isteyen birçok devletin güç mücadelesine sahne olan bir dünyadayız. 11 Eylül saldırıları sonrası terörizmin kazandığı boyut, teknolojinin insanlar üzerindeki -pek de önemsenmeyen- kontrolünü arttırmıştır. Teknolojik ilerlemelerle birlikte insanların yerini yavaş yavaş makinaların alması, iklim krizi, tıp alanındaki gelişmeler ve yapay zekânın önemi gibi konular geleceğin şekillenmesinde ve uygarlıkları batışa sürükleyen eşitsizliklerin artmasında önemli faktörler olacaktır.
3. SONUÇ YERİNE
Analitik okuma yöntemleriyle incelenen Amin Maalouf’un Uygarlıkların Batışı adlı eseri, şahsına münhasır bir coğrafya olan Levant’tan başlayarak yerkürenin en ücra köşelerine kadar dünya uygarlığının tükeniş serüvenine ışık tutmaktadır. Maaoluf bu tükenişe tarih, siyaset, felsefe, ahlak, sanat, kültür, ekonomi, sosyoloji ve teknoloji gibi birçok disiplin ve bilim dalından faydalanarak farklı pencerelerden bakmaya özen göstermiştir. Ulusların çöküşünün nedenleri, muhtemel sonuçları ve birbiriyle bağlantılı gördüğü bazı gelişmeleri çözümlemeye gayret etmiştir. Yazarın olaylara daha nesnel yaklaşması beklenirken; anlatımda anılarından yararlanması ve olayları kendi bakış açısıyla değerlendirmesinden dolayı, yer yer Araplar ve Müslümanlar özelinde öznel ve olumsuz anlamda eleştirel çıkarımlarda bulunduğu görülmektedir. Ki kitap içerisinde bu görüşü kanıtlar nitelikte itiraf olma özelliği taşıyan cümleler yer almaktadır. Neticede çok uluslu ve çok kültürlü bir medeniyetler külliyesi olan Levant, belki de geleceğin potansiyel umut kaynağıydı, şimdi ise yayılması önlenememiş salgın bir hastalık ve dünyanın geri kalanı ister istemez bu salgından nasibini aldı.
Ve en nihayetinde Maalouf’un şu ifadeleri kitabın tamamını özetlemektedir;
“1967’deki büyük bozgundan beri Arap dünyasını sarsan siyasal ve ahlaki çalkantılar […] 1979 civarında Doğu ve Batı’da muhafazakâr devrimlerin galip gelmesiyle birlikte şiddetlendi ve 11 Eylül 2001’den itibaren zincirleme tepkimelere yol açarak tüm gezegenin “savrulmasına” neden oldu. O zincirleme tepkiler de günümüzde bizi bir meçhule –kuşkusuz batışa- doğru sürüklüyor.” (s. 177)
Yasemin Çargıt
2021-06-25T19:18:34+03:00Edebi kişiliğini de sevdiğim bri yazar, tabii bu kitabı yalnızca düşünce bağlamında incelemek eksik kalmasına neden olurdu. Bu nedenle verdiğiniz ekstra bilgilerle yeterli bir inceleme olmuş. Kaleminize sağlık.