Başımıza dert açanlar bizlerdik çoğu zaman, galip gelirdi hep gönlümüz aklımıza. Sevmeye alışmış sevilmekten bıkmamıştık. Kalıcı bir hasar gibi işlenmişti varlığımıza aşk, onsuz yaşayamazdık artık.

Kapıların kapanacağını bile bile gidip çalardık, bazısı hiç açılmaz bazısı yüzümüze kapanırdı ama biz arlanmaz âşıklardık. Yeter ki sevmiş olalım birini, o kapıdaki paspası kaldırır yerine kendimizi koyardık. İşte böylece sevgiliye daha yakındık. 

Yandık, yanıldık ama sevmekten hiç yorulmadık, sevgi üzerine kurulmuştu bu dünya, karşılık bulmasak da biz yine sevmeye razıydık. Çok sevmekten pişmanlık duymazdık, sadece darılırdık. En çok da kendimize. Önemsiz bir şeyin peşinden koşup da düşmüş bir çocuğu nasıl azarlarsa annesi, babası, abisi, ablası biz de öyle azarlardık benliğimizi. Ne işin vardı da o aşka düştün, a seni ahmak!

Kendimizi affedince yeni gönüller arardık. Yine arsızca gider, kapısına dayanırdık. Reddedilince uzardı geceler, tavana bakıp ağlardık, bazen akılsızlığımıza bazen sersem oluşumuza. Zaten ağlamaya sebep bulma konusunda hiç sıkıntı yaşamazdık, biz bulamayacak olsak, hayat çıkardı karşımıza tüm yaratıcı ihtişamıyla. Sergilerdi acılarını önümüze; beğen, al ve ağla. Yine ağla.

Biliyorduk,bir nehire dönüşmez, hiçbir denize kavuşmaz, Kevser olup kalplere şifa olmaz bizim akan gözyaşlarımızdan, ama rabbim hiç olmazsa kalplerinde hırs ve savaş çölleri taşıyanların, o taşıdıkları bitimsiz, kızgın çöllerine gitsin aşık olanların gözyaşları. Belki bir tohum yeşerir, bir dal menevişlenir, çiçeklenir.