Boktan bir döneminde son çare tutunup sarıldığı ve dört yıl boyunca kullandığı ilaçları bırakalı üç ay olmuştu. Zihnine kelepçe vurulmuş gibi hissediyordu kullandığı son zamanlarda. Ama bırakma kararını vermeden önce de cevabını veremeyeceğin, tanrı var mı, neden bu dünyadayım, ölüm ne demek gibi büyük sorularla boğuşmayıp; ben kimim, nasıl bir insanım, etrafımdakiler nasıl insanlar gibi basit sorularla uğraşacağının sözünü verdi kendi kendine. Aptallaştığını da -aklına nereden geldi bilinmez- zihninde, yakın bir arkadaşının nasıl bir karaktere sahip olduğu sorusu belirince anlamıştı. Kıskanç mıydı, sevecen miydi, öfkelenir miydi kolayca veya uysal mıydı? Bu sorulara cevap veremeyince de artık içmeyeceğim dedi kendi kendine. İlk bir ay, olur olmaz yerlerde küçük ürpertiler gibi boğucu ruh hâlleriyle cebelleşti. İkinci ay, bu daralmalar gittikçe azalıp bitmeye başladı. Son bir aydır da “Ne kadar da körmüşüm o zamanlar” diyordu sık sık kendine. Son dört yılında seks, yemek ve alkolden başka bir şey bulamadı. Biyolojik bir istenç robotu. İnsanların çoğu böyleydi. Bir süreliğine onlardan birisi olmuştu. Utanç duyuyordu bundan. Geçmişte bıraktığını sandığı Ömer, yavaş yavaş geri dönmeye başlamıştı daha da aç bir şekilde yaşamaya. Korkuları da geri gelmişti ama her güzel şeyin bir bedeli olmalıydı.
Aylardan kasım, günlerden cumartesi ve hava yeni kararmıştı. Markete gitti. Bir şişe şarap, bir paket sigara aldı. Eve geri döndü. Salonun - ilk bakışta insanı rahatsız etmese de- içinde bir iki saat kaldıktan sonra insanı daraltan bir kalabalıklığı vardı. Çok düzenli olmamakla beraber, dağınık da sayılmayan bir oda dolusu eşya. Elektrikli sobayı ayaklarının yanına çekip açtı. Televizyona bağlı bilgisayardan bir müzik sitesine girip arama alanına "lute music" yazdı. Bir iki ay kadar önce gittiği bir resitalde ilk kez dinlediği bu müzik türünü çok sevmiş ve her kitap okuyuşunda fonda kısık bir seste açmaya başlamıştı. Yarım kalan kitabının nerede olduğunu düşündü. Yukarıda yatak odasında olan sırt çantasının ön gözünde olduğunu anımsayıp, üst kattaki odasına çıkıp kitabını aldı ve aşağıya salona geri indi. Kitabı berjerin üzerinde atıp şarabı açtı, kadehe koydu. Yarım kalan sigara paketini, küllüğü, çakmağı ve şarap kadehini berjerin yanında duran sehpaya koyup, koltuğun ayaklığını da açtıktan sonra arkasına yaslanıp kitabını eline aldı. Okuduğu kitap Aylak Adam'dı. Şaraptan bir yudum alıp kitabı açtı.
En son C. İle Güler’in aşklarının ortasında kalmıştı. Daha doğrusu, Güler’in tek taraflı aşkının ortasında kalmıştı. Olmayacak bu aşk, diyordu. İnsan başkasında anlayabiliyordu böyle şeyleri de kendinde neden bilemiyordu bir türlü? Ömer’in de Güler’e benzeyen sevgilileri olmuştu vakti zamanında. O da C. gibi, bilememişti olmayacağını. On beş sayfa kadar sonra, Güler gitti. "Demiştim ben sana C.", dedi sesli bir şekilde, sanki duyacakmış gibi. O an birden aklına, "Aysel Git Başımdan" şiiri geldi. Sahi bu C. de neyin kısaltmasıydı acaba? Cihan, Cavit, Cemal, Celal… Ayşe’yle tekrar karşılaştılar. Yine olmadı. Romanın sonlarına doğru, uzun zamandır görmediği Sadık ile aralarında geçen yaklaşık yarım sayfalık bir diyaloğu çok beğendi. Özellikle de "Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!’ kısmını. Alıntıyı abisiyle ve yakın dostu Ahmet ile paylaştı. Romanın geriye kalan yedi sayfasını daha okudu, bitirdi. Garip bir hüzün çöktü üzerine. Romanda zaman zaman bahsi geçen B. İle C.’nin yazgısının hep teğet geçmesine üzüldü. Hayat böyleydi, hep ıskalıyorduk.
Aklına birden Gülten geldi. Gülten’i geçtiğimiz ilkbaharda bir kafede görmüş, daha doğrusu bir anlığına göz göze gelmişlerdi. Adını koyamadığı bir anlık bir yakınlık hissetmişti ona karşı. Küçük bir şehirde yaşadığı için fütursuzca masalarına gidip, kendini tanıtıp, tanışmak istediğini söylemeyeceğini düşündü, hayıflandı. (Aslında Ömer sosyal becerileri zayıf bir karakter yapısına sahip olduğu için, büyük şehirde olsaydı da gidip konuşamazdı. Çekingen olduğunu hiç kabul edebilecek mi acaba?) Belki internetten bulurdu. Bir iki ayda bir, aklına geldikçe internette araştırdı. Bir ay kadar önce de kim olduğunu buldu. Adı Gülten’di. Gül-ten. "Ne güzel isimmiş bu böyle", dedi. İki gün sonra da kapattığı sosyal medya hesaplarından birisini açıp, oradan Gülten’e kısa bir mektup yazdı. Yazdığında kafası güzeldi. Sabah uyanınca yaptığından utandı. Üç hafta kadar önce yazdıklarına cevap alamamıştı. Bunları düşünürken şarabının bittiğini gördü ve geçen hafta sonu içmeye başladığı yarım kalan şişeyi mutfak tezgâhından alıp, kadehine koyup bilgisayar başına oturdu. Bugün okuduğu romandan sonra, son biz kez daha yazmalıyım dedi ve başladı yazmaya.
“Selamlar,
İkinci ve son kez selam olsun diyorum. Aslında yazmamalıydım sana. Ya da size. Sen demek istiyorum ama rahatsızlık verdiğimi düşündüğüm her an, 'Siz demelisin Ömer', diyorum. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanındaki C.’nin hissettiği gibi sen yakındır, siz uzak. Sizi rahatsız edebilirsin ama sen rahatsız olmaz. Eğer okumadıysanız şiddetle tavsiye ederim. Mutlaka okumalısınız. Hatta yaklaşık bir saat önce bitirdim ki romanı, Aylak Adam diye bir kitap okumasaydım size asla ikinci kez yazmazdım. Eğer kitabı okursanız ne demek istediğimi anlayacaksınız. Gerçi ilk yazdıklarımı okumamış olma ihtimaliniz de var. Belki de bunu da göremeyeceksiniz. Belki de üç beş yıl sonra göreceksiniz. Hiç tanımadığınız biri, yani ben, satırlarca yazmışım size. Sahi görmediyseniz yazdıklarımı ve üç beş yıl sonra okursanız bu satırları ve öncekileri, ne düşünürsünüz acaba? İlkokulda ve ortaokulda birazcık öğretmişlerdi; mektupların 'giriş' kısmı kısa olurdu. Gelişmeye geçip, paragrafı kesiyorum.
İnsanlar arasında yürüyorum. Aslında, insan demeye bin şâhit gerekir. Ruhsuzlar sürüsü. Çok nadir olmakla beraber, beni şaşırttıkları da olur. Derme çatma bir evde, kapısı güneşe doğru ve bahçesinde gelişigüzel, düzensiz, adını bilmediğim yavruağzı çiçekler ekilmiş insanlar görürüm, güzel. Yakınında başka bir ev yok. Evin hemen yanı başında bir taş fırın. Ah! O fırında ne güzel ekmekler, bazlamalar pişirmiştir Keziban teyze. Bir iki kalıp bisküvi, çay ve iri taneli şeker ikram ederler sana. Yarı aralık kapıdan güneşin batışını seyretmeye başlarsın. Usul usul kapının aralığından yüzünü göstermeye başlar güneş. Güneşi görürsün. Otuz yıllık ömründe ilk kez görmüşsün gibi. Şairane bir heyecana kapılıp düzensizce anlattım beni mutlu eden insanları. Umarım bir gün uzun uzun anlatabilirim balcı Erdoğan abiyi, annesi Kaziban teyzeyi ve babasını. İnsanlar umarsız, kibirli, açgözlü, gösteriş budalası ve insanlar kötü. Hangi yazardan okumuştum hatırlamıyorum ama şöyle bir laf vardı sanki, 'İnsanlar kötü değildir, yalnızca uyurgezerdirler' gibi bir şeydi. İnsanlar uyurgezerdi, doğru demişti yazar ancak iyi uyurgezerler de vardı bu dünyada. Güzel insanlar da var yeryüzünde, unutuyoruz, unutturuyorlar.
Olur olmadık yerde, belki de günde iki üç kez, fotoğraflarınıza bakarken buluyorum kendimi. Kederlendiğim, melankolik olduğum veya keyifli olduğum bir anda yüzünüzü görme ihtiyacı hasıl oluyor ruhuma. Belki aklımda bir imge oluşturdum size dair. Mutlu olurum onunla dedim. Mutlu oluruz dedim. Belki sahiden de mutlu oluruz. Bütün fotoğraflarınızı ezberledim. Siz beni ezberlemeyi geçin, belki de yazdıklarımı bile okumadınız. Ne gariptir değil mi, hiç tanımadığınız birinin çeşitli ruh hâllerinde sizin suretinizi görme ihtiyacı. Hoş, bayağı da arşınladım yaşadığımız ilçenin sokaklarını. Görürsem konuşurum diye değil de görürsem görmüş olurum diye işte, kanlı canlı. Ruh hâlimi umarım doğru dürüst açıklayabilmişimdir. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanının sonundan bir parça paylaşmak istiyorum sizinle:
'..Ben çoğu geceler içiyorum, dedi. Şakağımdaki ağrıyı duymamak için, iştah açmak için falan diyorum ama değil, biliyorum. Bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum. Belki kendi kendimden. İki çeşit içen vardır. Biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. Bir de şu çevrendekilere bak. Bunlar neden içiyorlar? Toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. Çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. Dışarda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. Sokakta hiç gülmemek için burada gülerler. Böylesi az içer. Ya ben? İçiyorum da kurtulabiliyor muyum? Belki yalnız baş ağrısından.
– Ya içmediğin zamanlar?
– O zaman ararım.
– Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap.
– Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.
– Anlamadım.
– Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde gider gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insanlar yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, ‘Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur’ demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!’
Çeşitli sebeplerle iki haftadır gidemediğim bir yer var. Ama umarım kış ve ilkyaz boyunca her pazar gideceğim bir yer. Tek keyifli anlarım galiba. Kimi zaman kitaplarımı okuyacağım kimi zaman da denizi seyredeceğim bir yer. Milyonlarca kilometrekarelik yeryüzünde belki, bir belki de iki metrekarelik bir alanda, bir adam sandalyesine oturmuş; ya kitap okuyacak ya denizi izleyecek. Bazen de sizi düşünecek, denizi seyrederken belki de. Her pazar Bademli ’de D. Kamp’ın oralarda sahilde olacağım. Bir gün yolunuz düşerse beklerim.
Belki işim olduğu, gidemediğim bir hafta sonu gelirsiniz. Olsun varsın, en kötüsü deniz görmüş olursunuz. Masmavi bir deniz, ne güzel…
Ömer.’’
Mektubu yazarken Ahmet de, Ömer’in ona gönderdiği alıntıya cevaben bir şiir gönderdi. Şiiri çok melankolik ve gerçekçi buldu. Şiiri çok beğendi. Gülümsedi. Mektup bittiğinde şarap da bitmişti. Ahmet’e çok eskiden yazdığı ama beğenmeyip bir köşeye attığı şiirini gönderdi. Mektubu baştan sona bir kez okudu. Algısı alkolden kapanmaya başladığı için, silmekte tereddüt ettiği birkaç nokta olsa da yazdıklarını, yaşadığı günün değer yargılarına göre haddinden fazla romantik buldu. Her türlü açlığın yüceltildiği bir çağda yaşıyordu. Paraya, zayıf ama büyük memeli kadınlara, güzel spor arabalara, güzel döşenmiş evlere, üne, sevilmeye... Herkes sevilmek istiyordu da kimsenin sevmeye dermanı yoktu. Bu insanlar denize baktığında su, güzel bir heykele baktığında taş, güzel bir yazıya baktığında da harfler görür ancak dedi. Gülten’e yollasa yazdıklarını acaba yan yana dizilmiş harfler mi görürdü? Yoksa, yazılanların, yazıldığı anda yazanda oluşturduğu duyguyu görebilir miydi? Alkolden iyice matiz olmaya başladığı için kelimeler ve anlamları zihninde flu kalıyordu. Son bir sigara içip yatmaya karar verdi.
Saat öğleye yaklaşırken kesif bir baş ağrısıyla uyandı. Tuvalete gitti, küçük tuvaletini yaptı. Aynaya döndü ve ağrıdan kaynaklı acı bir yüzle karşılaştı. Aşağıya, salona indi ve kahve makinesine kahve koyup makineyi çalıştırdı. Şarjı bitip kapanan telefonunu şarja koyduktan sonra bilgisayarını açtı. Sakin bir müzik eşliğinde, düşünde bugün yapacağı gezintisini planlamaya başladı. Bir süre sonra durdu. Ne kadar da garip huylar edinmişim şu dört senede. Tek başınalığın sınırsız özgürlüğü sere serpe dururken sahil gezisini planlamak da ne büyük ahmaklık. Şarjdaki telefonunu açıp baktı. Ahmet dün gece yolladığı şiiri için “İstanbul’da gördüğün kız için mi?” diye yazmış. Şiiri yolladığını da mesajı görünce hatırladı. Ne kibar adam şu Ahmet dedi. Kötü yazmışsın diyememiş de, cevap vermek zorunda olduğu için şiirin yazılma sebepleri üzerine bir bahis açmış. Oysa kötü yazdığını Ömer de biliyordu. Samimiyetten oldukça uzak, yoğun bir duyguyla değil de oldukça küçük bir his ile yazılmış kelimeler dizisi diye düşünmüştü, yakın bir geçmişte okuduğunda. Dün gece yazdığı mektubu açtı. Belki sarhoşken bir anlık gafletle yollamışımdır Gülten’e yazdıklarımı diye düşünerek hesabına girip baktı. Yollamamıştı. İçinde bir rahatlama hissetti. Mektubu okumaya başladı. Bitirdiğinde, dün gece hissettiklerine benzer şeyler hissetti. Fazla romantik buldu yazdıklarını. Yollasam belki de alay eder benimle dedi. İnsanlar az gördükleri bir ruh hâliyle karşılaştıklarında ne kadar hoş, derin anlamlar barındırsa da anlamaya çalışmaktan ziyade aşağılama, hor görme, alay etme eğilimindeydiler. Bayağılığın zaferi. Ayrıca yollarsam, şu yalnız başıma yaptığım pazar gezintileri anlamını yitirmeye başlayabilir, denize bakmak, etrafı seyretmek yerine gözüm her an yolda olur.
Kahvaltısını hazırlamaya başladı. Kahvaltısını hazırlayıp koltuğuna oturduktan sonra bilgisayarından günde iki, üç bölüm izlediği bir durum komedisi dizisi açtı. Günde on dört ila on sekiz saat arasında değişen uyanık anlarının tamamında yaşarsa eğer, kayışı koparmaktan korkuyordu. Arada uyuşturmak lazımdı beyni. Bu bir saatlik süreçte anlatılacak pek bir şey yok. Arada tebessüm, arada büyük kahkahalar eşliğinde diziyi izlerken kahvaltısını bitirdi. Yeter bu kadar izlence deyip bilgisayarını kapattı. Gezisinde aklına bir anda şehvet duygusunun uyanıp gezisini bayağılaştırmasından korktuğu için, içindeki hayvanı bir günlüğüne öldürmek adına tuvalete gidip kendiyle oynadı. Rahatladı. Aklıma gelmez bir gün boyunca en azından dedi. İçindeki hayvanın, tohumlarını bir kadına ya da hava boşluğuna serpmedikçe düşüncelerine sızıp onu esir etmesine çok kızıyordu. Üremek lazımdı. Dünyaya egemen olmak, tüketmek lazımdı. Tüketmeden var olamayan canlılarız biz. Et yemek lazım, ot yemek lazım, su içmek lazımdı.
Bir yerde okumuştu. Hindistan’da bir adam yemek yemeden, su içmeden yaşıyormuş. Adamı duyunca hastaneye almışlar, tetkikler yapmışlar. Haberde denilene göre de sahiden adam on beş gün boyunca, yalnızca bir kez su ile dudaklarını ıslatmış. Günün birinde umarım çılgıncasına bir hayvani dürtü olan üreme ve tüketme ihtiyacını bırakırız da düşlerimiz daha berraklaşır diye düşündü.
Tuvalete gitti, saçlarına baktı. Yıkamaya lüzum yoktu. Hem daha dün sabah yıkanmıştı. Mutfak tezgâhı üzerindeki çöp poşetini aldı. Spor ayakkabılarını giyip evden çıktı. Çöp poşetini çöp tenekesine atıp arabasına bindi. Arabayı çalıştırıp yola koyuldu. İlçe ile köyü birleştiren asfalt yolda, önünde bir araba yavaş yavaş gidiyordu. Her zaman yaptığı gibi onu sollamak yerine, sakince öndeki arabanın arkasından arada denize baka baka gitti. Acelemiz yok, denizi görmeye gitmiyor muyuz sanki. Al işte göz alabildiğine deniz. Hava griydi, deniz griydi. Karşı kıyıdaki Yunan adası bugün görülmüyordu. Köyün hemen girişindeki köprüden önce sağa dönüp, dünkü yazdığı mektupta bahsettiği kamp alanının olduğu sahile doğru yöneldi. Köprüye gelmeden hemen önce de solunda, yazın önünden sık sık geçtiği ama bir türlü fırsat bulup da oturamadığı Taş Ev adlı mekânı gördü. Eğer açıksa dönüşte uğramak lazım. Tam kampın önüne gitmek yerine, iki yüz elli metre kadar güneybatısında kalan bir balıkçı kulübesinin yanına kurdu sandalyesini, kahveyi bardaklığa yerleştirdi, yanına aldığı iki kitabı kumların üzerinde koyup oturdu.
Deniz çarşaf gibiydi ancak kısa anlarda üç beş santimlik dalgalar görülüyordu. Bir sigara yaktı. Bir süre denizi izledikten sonra, kıyıya yakın duran balıkçı kayığının motor sesi, gökte uçan martıların sesleri kendini duyurmaya başladı. Tabiatın müziğini dinlerken etrafını izlemeye başladı. Sağında bir kamp alanı, onun yanında tek tük bahçeli müstakil evler, solunda ise dere, dereden sonra bir sahil yolu, sahil yolunun sonunda da daha önce önünden geçtiği, bahçesinde palmiyeler ve çam ağaçları ekili küçük tatil köyünü gördü. Kamp alanının yanındaki müstakil evler dikkati çekti, sağına dönüp tekrar onlara baktı. Umarım günün birinde benim de böyle bir evim olur ve umarım bu evlerde yaşayanlar bu hoş manzaranın layıkıyla tadını çıkarıyorlardır. Bir müddet sonra, solundaki derenin hemen yanı başına beyaz, eski bir arabanın içinde dört kişi geldi. Arabesk kökenli bir elektronik müzik şarkısı açıp, ellerindeki bira şişeleriyle arabanın ön kaputuna ikisi dayandı, ikisi de arka koltukta pencereyi açtılar. Müziğin yüksek sesiyle yanındaki balıkçı kulübesinin bahçesinde bağlı üç tane insan azmanı köpek, ayaklanıp havlamaya başladılar. Martıların seslerini duyamaz olunca kalktı, arabasına bindi, kampın önüne gitti. Rahatsız edici sesler buraya kadar gelmiyordu. Yanında getirdiği iki kitaptan birisini alıp okumaya başladı. Kitap, elli beş sayfadan oluşan bir uzun öykü. On beş yirmi sayfa okuduktan sonra yazarın -sırf gösteriş olsun diye- neredeyse her cümlesinde anlamı doğuran nesnenin ya da soyut kavramın sözcük olarak birinci kullanımını değil de ikinci veya üçüncü kullanımını tercih ettiğini düşündü. Kitabı pek sevmedi ama kısa olduğu için bitirmeye karar verdi. Kitabı tekrar okumaya başlamadan önce kitabı açık bir şekilde sol dizinin üstüne koyup sigara yaktı. Biraz önce gördüğü müstakil evler artık yanı başında olup o evlerden bir tekir kedi yanaştı, sandalyesinin yanına oturdu. Bir dahaki hafta kedi maması getireyim dedi. İnsanlar severdi sürprizleri, kediler de seviyordur muhakkak. Denizin durgun olduğu anlardan birisinde gözü tekrar denize ilişti. Deniz böyle dalgasız, dümdüz iken üzerinde yalınayak yürüyebilseydik ne güzel olur diye düşündü. Daha sonra da aklına çocukluğunda Din Kültür ve Ahlak Bilgisi dersinde anlatılan Musa’nın hikâyesi geldi.
Musa Kızıldeniz’i yarıp kendi kavmini Firavun ’un gazabından kurtarmıştı. Denizin enginliğine hükmedebilen bir insan figürü. Ancak denizi yarmak yerine üzerinde yürüseydiler, daha etkileyici bir hikâye olurdu bence. (Bu düşüncesini iki ay kadar sonra bir arkadaşınla paylaştığında, denizin üstünde yürüyebilen, Musa’nın soyundan gelen bir peygamber olduğunu öğrenecek.) Kitabı okumaya devam etti ve bitirdi. Kitap bittiği gibi gittikçe hızlanarak yağmur yağmaya başladı. Saate baktı, beş olmuştu. Taş eve gideyim. Umarım açıktır. Bir kahve içerim, belki yemek de yerim.
Mekânın önünde bir araba olduğuna göre açık olmalı. Arabadan inip bahçe kapısından içeriye girdi. Seksen metrekarelik bahçe içinde bir çam, bir meşe ağacı, sayısı kestirilmeyecek kadar fazla, çeşitli renk, ebat ve materyallerden yapılma saksılar içinde bahçe çiçekleri gördü. Sandalyeleri muhtemelen içeriye alınmış iki tane cam masa ve bir ikili, iki tekli koltuk ve masasından oluşan bahçe mobilyası takımını gördü. Bahçe mobilyalarının minderleri yoktu. Kapı eşiğinde duran, gözleri beyaza çalan mavi Sibirya kurdu kırması köpeğin yanında durup, içeride çalışanlara “Kolay gelsin. Açık mısınız?”, dedi. Mekân sahibesi “Evet açığız. Yalnız yağmur yağdığı için birazcık ortalık dağınık kusura bakmayın” diyerek buyur etti. İçeriye oturdu.
Mekân sahibesinin sonradan söylediğine göre yardım için gelen, bir arkadaşı olan adam “Ne istersiniz?” diye sordu. “Sade kahve”. İçerisi, taş duvarlar arasında nostaljik objelerle döşenmişti. Görmüş, geçirmiş birisi dekore etmiş olmalı. Kahve geldikten sonra sigara içme isteği duyunca, kapı önüne çıktı. Bahçe mobilyalarının ıslanmadığını görünce de içerideki eşyalarını da alıp bahçeye oturdu. Sigarasını yakıp biraz önce gördüğü bahçeyi daha dikkatli bir şekilde incelemeye başladı. Bahçedeki saksılardan birisinde, mektubunda bahsettiği Keziban teyzesinin bahçesinde gördüğü, adını bilmediği yavruağzı çiçeğin aynısını gördü. Ancak çiçeğin renginin yavruağzı değil de turuncu olduğunu fark etti. Mekândan çıkmadan sahibesine sormak lazım çiçeğin adını. Karşısında, son bir saati kalan güneş, bulutlar arasından yüzünü gösterdi. Yarım saat kadar güzel havanın altında miskinlik yaptıktan sonra, içeriye girip hesabı ödedi. Dışarıdaki turuncu çiçeğin adını sordu. Çiçeğin adının 'kadife çiçeği' olduğunu öğrendi. Arabaya doğru giderken, eğer günün birinde yazdığım mektubu göndermeye karar verirsem “bahçesinde gelişigüzel, düzensiz, kadife çiçekleri ekilmiş insanlar görürüm” diye değiştirse miydim? Hayır, “bahçesinde gelişigüzel, düzensiz, adını bilmediğim turuncu çiçekler ekilmiş insanlar görürüm” diye değiştireyim. Böylesi daha hoş geliyor kulağa.
Arabaya bindi ve evine doğru yola koyuldu.