Güneş merkezli evren modeli, temellerini Kopernik'in (Nicolaus Copernicus) attığı gelişimini ve tanınmasını Galileo'ya (Galileo Galilei) borçlu olan, güneşin evrenin merkezinde sabit diğer gezegenlerin de güneşin etrafında döner vaziyette olduğunu savunan evren modelidir.
Yer merkezli evreni savunan bir dünyada üstelik ''kilise'' tarafını çoktan yer merkezli modelden yana olarak belirlemişken bilim dünyasında ortaya atılan bu cesur ve çılgın iddia daha sonra hem bilime atılmış kör düğümü çözecek hem de kilisenin bir nebze de olsa bilim dünyasından elini çekmesini sağlayacaktır.
İyi güzel de bundan her şeye ne? Daha doğru tabiriyle bu bilginin her şeyin içinde yeri ne? Astronomi dünyasında büyük bir gelişmenin önünü açan bu bilgide bizim ele alacağımız kısım Hakan Günay'ın Daha kitabında verdiği bir tavsiyeye uyarak ve Galileo'nun yaptığı gibi tanımaya çalıştığımız her şeyden biraz uzaklaşacağız. Tanımak istediklerimize bakış açımızı değil uzaklığımızı değiştireceğiz.
İşe, güneş merkezli evren modelinde bunun nasıl gerçekleştirildiğine bakarak başlayabiliriz. İnsan yeryüzünün en gelişmiş canlısı olarak etrafında olup bitenleri anlamaya çalışırken hiç fark etmemesi gereken bir şeyi çok erken fark etti; dünya üzerinde bunu yapabilecek tek canlının kendisi olduğunu. Zaten insan nüfusunun çoğu bütün bu alemin kendisi için yaratıldığını söyleyen semavi dinlere inanmaktaydı. Bu sebeple insan araştırmaya önce kendinden başladı, kendi olduğu yerden.
Her ne kadar kafa karıştıracak ayrıntılar olsa da yine de hiçbir kaide bu canlıya kendini evrenin merkezinde olma ayrıcalığından mahrum bırakma cesareti vermiyordu. Ta ki birileri gözlerini uzaklara dikene kadar. Ne zaman ki teleskoplar güneşi ve diğer gezegenlerin hareketlerini gözler önüne sermeye başladı, o zaman bu akılalmaz düşünce gerçek olma yolundaki ilk adımını atmış oldu. Aslında yöntem basitti. Dünyadan olabildiğince uzaklaşıp diğer gezegenlerin dünyanın neresinde durduğuna bakmak. Dünyanın evrendeki yerini görmek.
Gerek panteizm, gerek islam inancı, gerekse farklı inanışlardaki ortak görüşe göre insanın da kendi içinde küçük bir kainat vardır. Bileşenleri göz önünde bulundurunca bu düşünceden insanın kendine birtakım dersler çıkarması mümkün görünüyor. Bir insanı tanıma aşamasındayken genel olarak izlediğimiz rota o insana olabildiğince yakın olmak, duygu ve düşüncelerini anlamaya çalışmaktır. Peki ya şöyle biraz geri çekilsek ve gözlerimizi o insanın üzerinden çekip çevreye bir göz atsak. Yani o insana daha uzak bir mesafeden ama daha geniş bir perspektifte baksak. İnsan kendi içinde bir yapbozdan farksız olması sebebiyle birçok farklı parçadan meydana gelir ve biz bir insana yaklaştığımız sürece daha az parçayı görmeye başlar, bu parçalar içindeki ayrıntılarda boğuluruz.
Öte yandan kimi zaman da yakın olmamamız gereken şeylerden oldukça uzak dururuz. Dedik ya bu mesafeyi doğru ayarlama meselesidir. Hadi başkalarını boş verelim ve kendimize bakalım. Çoğu zaman kainatı anlamanın yolunun daha çok insan tanımaktan geçtiğini düşünürüz oysa elimizde kainatın bir yansıması var, yani kendimiz. Nasıl bir tıp öğrencisi insan bedenini anlamak için kadavra kullanıyorsa insanın ruhu da kendi kadavrası olmalıdır. Yani uzak bir köşeye fırlattığımız ruhumuz bizim için yakınımızdaki insanlardan daha iyi bir seçenektir her zaman. İşte yine ayarlanamamamış bir mesafe sorunsalı.
Her ne kadar incelemeye yine insandan başlamış olsam da bu durum yalnızca insanlar için geçerli değil elbette. Hayvanları düşünelim. Yemek ve yenilmek üzerine dizilmiş bir zincirde yer alıyorlar. Ama kimi hayvanlar var ki biz onların her zaman yiyen yahut yenilen taraf olduğunu zannediyoruz. Oysa onlar yalnızca avladıklarıyla değil etraflarındaki ekosistemin bütünüyle, başka kıtalarda yaşayan diğer hayvan türleriyle etkileşim halindeler. (İnsan müdahalesini, yok edilen yaşam alanlarını doğal dengenin dışında tutuyorum)
Bir diğer örnek haritalar. Uzaklığın ve yakınlığın en çok önem kazandığı noktalardan biri. Ki ölçek diye bir kavramı bile ortaya çıkaracak kadar uzaklığın doğru hesaplanması önem arz ediyor. Misal İstanbul ve Paris şehirlerinin kuş bakışı çekilmiş fotoğraflarını düşünelim. Sokaklarında gezerken mest olacağınız, tarihi yanıyla büyüleyen bu iki şehirde asıl fark uzaktan bakınca ortaya çıkar. Paris'e bakınca düzenli bir şehir yapısı, İstanbul'a bakınca rastgele serpilmiş binalar görürüz. Örnekleri çoğaltmak mümkün.
İşin özü şudur ki nesnelerle, canlılarla, kendimizle aramıza koyduğumuz mesafe onları tanıma yolundaki asıl faktördür. Asıl mesele aradaki uzaklığı doğru ayarda tutabilmekte, etrafındaki bileşenlerle birlikte değenlendirebilmektedir. Elbette insan olarak eğilimimiz içimizdeki küçük kainatın merkezine kendimizi koymak. Kendimizi başlangıç noktası olarak belirlemek. Ne zaman ki Galileo gibi engizisyon mahkemesinde yargılanmayı göze alıp teleskopumuzu uzaklara doğrultmaya cesaret edersek o zaman gerçekleri görmeye daha yakın olacağız.
Öbür türlü edindiğimiz bilgiler ve üzerine çalıştığımız ayrıntılar kafa karıştırıcı birer unsur olmaktan öteye gitmeyecektir bizler için.
Yer merkezli evreni savunanlar, her ne kadar kendilerinden emin olsalar da, havaya attıkları cisimlerin nasıl etraflarında dönen gök yüzüyle birlikte dönmediği gibi bir çok önemli soruya cevap bulmayı gereksiz görüyorlardı. Öyleyse kendimizi olduğumuz yerde bırakıp, şöyle uzak bir mesafeden nerede olduğumuza bakma vakti gelmedi
mi?
Yazar: Yasemin Çargıt