Bir kadın yaşıyordu

Bir mağaranın içinde

Ana rahminden düştüğü günden beri.

İnsanların ışığına, sesine kapalıydı kapısı


Bir gün bir adam girdi içeriye

Mağaranın ışık sızan yerlerine

Çiçekler bıraktı

Çok yalnız kalmış için,

Ruhunun boşluklarını süsleyeceğim dedi kadına

Çok hızlıydı hareketleri

Alışmış olduğu düzeni bir bir bozuyordu büyük elleri


Kadının tedirginliğine aldırmadı

Kalbinde malzeme çantası

Yüzünde çocuklara ait bir tebessüm

İzin ver, dedi

İzin ver bu mağaranın taşlarını ayıklayayım

Çiçekler ekeyim etrafına.


İzin verdi kadın.

Alışmaya çalıştı adamın varlığına.

Odun kovasına bile çiçekler ekişini izledi.

Otuz gün geçti böyle

Otuzuncu gün seni seviyorum dedi kadın adama

Ve terk edildi otuz birinci gün.


Uyandı bir gece yarısı

Bildiği, alıştığı bir sessizlik ve karanlık değildi bu.

Elleri, ayakları, gözleri bağlanmış

Hareket edemez, tek bir kelime edemez haldeydi.

Kimsenin girmesine izin vermediği

Her bir köşesini elleriyle renklendirdiği mağarası

Ateşler içindeydi.

Ve sol göğsü yoktu.


Sabırsız bir bahçıvana denk gelmişti gönül bahçesi

Hemen görmek istemişti

Ektiği tohumların gün yüzüne çıkışını

Oysa önce toprak altında büyürdü kökler

Sağlamlaşırdı

Unuttu bunu ve yaktı ne varsa bir gece yarısı…


O bulduğundan daha kötü bir halde bıraktı kadını.

Önce ellerini, ayaklarını, gözlerini çözmesi lazımdı

Alışması için yeniden mağarasına.

Ama peşinde götürdü adam

Kadının gözlerine gömdüğü gözyaşlarını,

Ağzına tıkadığı kelimeleri,

Ayaklarına bağladığı çaresizlikleri.


Giderken bile ayak altlarına vazelinler sürecek bir kadının

Ahı olarak yer etti yeryüzü lügatinde


Bahçıvan olarak gelen adamların 

Katile dönüştüğü alçak bu çağda

Ashâb-ı Kehf’ten biri olmayı diledi o an.

Geçsin diye zaman.