Gözlüğünü çıkartıp saçlarının arasına koydu. Ağzının kenarında tuttuğu kalemi alıp kulağının arkasına bir çiçek gibi iliştirdi.


Gazetesini yeni okumuş, bulmaca ekini bir çırpıda çözmüş ve masanın üzerine bırakmıştı. Her bulmaca ekini eline aldığında “Acaba diğer gazetenin eki daha mı fazla bulmaca içeriyor?” diye düşünmeden edemezdi. Yalnız yaşadığı için bu kadar bulmacayı tek başına çözmesi imkân dâhilinde değildi. Balkona çıkıp sigarasını yaktı ve mahallenin aşağı sokağına uzun uzadıya bakındı. Aşağı sokaktan birinin geleceğini hissetmiş olmalıydı ki iyice balkondan sarkıttı kendini.


Dışarıda güneşli bir hava vardı. İlerideki bakkalın önünde, birkaç ahbabı tavla oynayan bakkal ve çırağını izliyordu. Yakınlardaki kahvehane kapalı olacaktı ki herkes bakkalın önüne toplanmış. Az ilerideki çocuk parkından kuşların sesi geliyordu. Hafta içi olduğu için çocuklar bahçelere, parklara dağılamamış, çoktan okul yolunu tutmuştu. Bakkalın önü hariç her yerde tenhalık hâkimdi. Bu ev, bir zamanlar ne kadar da renkliydi. Ona her sabah kahvaltıda sucuklu yumurta yapan bir eşi ve yumurtanın kokusunu alınca mutfağa fırlayan dört çocuğu vardı. Neredeyse her gün bir çocuğu için mahalleliden eve şikayet telefonu gelirdi. Aslında yaramaz çocuklar değildiler ama arada ipin ucunu kaçırabiliyordular. Sonra sıralı sırasız vefat haberleriyle kesildi telefonlar. Çalmaz oldu kapıları. Boşaldı gürgen ağacının tüm yeşilleri. Eşi rahmetli olduktan sonra büyük oğlu yurt dışına yerleşti. Diğer üç oğlu da üniversiteyi bitirdikten sonra görevlerini alıp savruldular dört bir yana. En küçüğünün tayini Muş’a çıktı. Hâlâ aklı, mahallelerinde verdikleri yemekli düğünler ve gecenin yarısında atılan bol kahkahalarda kaldı. Mahalledeki herkes İhsan amcaya imrenerek bakıyordu. Eşinin yokluğunda aslanlar gibi dört tane oğlana hem analık hem babalık yapmış, üniversitelere yollayıp meslek edindirmişti.


Zaman zaman balkona çıkıp eski günleri anımsardı. Eşi Asiye ablanın ölümünden sonra ilk kez mahalledeki bu kadar sesin içinde, kendi cılız sesini değil de Asiye ablanın sesini aradı; bir zamanlar "İhsan bey", diye bağıran o sesi, yeniden duymaya çalışıyordu. Her seferinde üç numaranın mesajı döndürürdü onu geçmişe dalmaktan. Sanki özellikle bilip de yapıyor gibi bir hâli vardı. Şimdi aşağı, sokağa bakarken bakkalın önünde tavla oynayanların hayal mi gerçek mi olduğuna karar veremedi.


Masanın üzerine bıraktığı gazete ve bulmaca ekini alıp geri dönüşüm kutusuna bıraktı. Zihninden aşağı çengel bulmacaların akıp gittiğini hissediyordu. “Amma da bulmaca çözdün, çok yorgunsun” diyecek birine ihtiyaç duyduğu, her hâlinden belliydi. Yalnızdı. Belki de bu yalnızlık, hak edilmiş bir gerçeklikti. O uzun gecelerde salondaki tekli koltukta oturup Asiye hanımla kahvesini yudumlarken “Biz yalnız kalmayız Asiye’m”, derdi. Gülerdi bazen. Asiye’den duyduğu bir söz alır götürürdü onu, Asiye’ye ilk açıldığı günlere. Buzdolabının kapağına yapıştırdığı fotoğrafa bakar, “Amma da küçükmüşüz ilk sevgili olduğumuzda” diye geçirirdi içinden. Bir kağıt parçasına yazdığı Asiye’m şiiriyle büyürdü boğazındaki düğüm. Hele ki yeni şiirler yazdıkça eskileri, kilitli sandığa saklanmaya başlanırdı. Yazdığı her yeni şiirde daha çok şiir basardı gönlünü. Büyük oğlunun yurt dışına gidişi de bir yerlerini kanatır dururdu. Ne zaman yürek yangını dinecek, oğlu temelli dönüş yapacaktı kim bilir? İnsanın kendine de sorumluluğu vardı. Alıp başını yurt dışına, oğlunun yanına gitmek kolay değildi. Diğer üç evladını da hiçe saymak olmazdı. Ah, Asiye hanım olsaydı şimdi oğlan diğerleri gibi memleket sınırları içinde olurdu demekten onu alıkoyan şeyleri düşündü kısa bir müddet.


Sigarası bittiği sırada, evin telefonu çaldı. Derinlere daldığı için ayakta durmakta güçlük çekiyordu ama kalkıp telefona doğru yöneldi. Telefonu açtığında duyduğu ses karşısında ses etmeden bekledi. Telefonun diğer ucundaki kişi, İhsan amcaya söylemesi gerekenleri bir çırpıda söyledi ve telefon kapandı. Uğultulu bir sessizlik çöktü içine. Harem otogarına yaklaşan bir araçtan bahsetti. Belirli aralıklarla mola veren, yabancı plaka bir Mercedes. Harem otogarının az ötesinde nakliyat kamyonları için ayrılmış alan, tır yığını olmuştu zamanla. Uzun yıllardır tırlara ev sahipliği yapan mekân, üç sokak ötesindeydi. Genç adam arabadan çıkartılmış ve ambulans bekleniyordu. Etraftakiler ne olup bittiğinin farkına varmaya çalışırken aracın tıra çarptığının anlaşılması uzun sürmedi.


İhsan amca, üzerine ceketini alıp evden dışarı çıktı. Onu arayan kişi, daha yeni olay yerine varıyordu. Bazen zaman akmaz, her şey sessizleşir. İnsan, içindeki fırtınaya kapılıp gitmemek için uygun mekânlar arar. İhsan amca da benzer duygular içindeydi, üç sokak ötesindeki alana giderken. Tansiyonu hop oturup hop kalkıyordu o telaşla.


Sedyeyle ambulansa taşınan genç adamın yurt dışındaki oğlu olduğuna, daha yakından görmeden emin oldu. Belki sabahtan beri içinden onu geçirmesi, belki duyduğu özlem böyle düşünmesine sebep oluyordu. “Daha iki hafta önce”, diye mırıldandı. İki hafta önce, FaceTime’dan görüştükleri geldi aklına. Her ne kadar yurt dışında olsa da her akşam mutlaka arar, iki haftada bir de kendini kamerayla İhsan amcaya gösterirdi. Çocukluğundan beri babasına en düşkün olan evladıydı. Aralarından su sızmazdı. İlk kime âşık olduğunu bile babasına hemen deyivermişti. Bir yandan sırasıyla binaları geçti. O tır yığınının yanına geldiğinde arabanın plakasını fark etti. Tesadüf, belki de benzer plaka Türkiye’de birinde vardır diye düşünmeye çalışırken o sırada ambulans, sirenlerini son sese ayarlamış, ilerliyordu. O sırada kasap Adil yaklaştı ve İhsan amcaya elindeki saati uzattı. Sesinin yettiğince bağırmak isteği duysa da bunu başaramadı. Köstekli saat elinde kaldı. Yıllar önce büyük büyük dedesinden miras kalan ve ailenin ilk erkek çocuklarına verilen, babadan ilk oğula dolaşan saat. Tam sekiz asırdır devam eden gelenek, bozulmuş muydu?


Yoldan beri tarafa geçerken parmaklarını yumruk yapıp, ısırmakla yetindi. Kalabalık dağılmış ve şiddetli bir yağmur bastırmıştı. Kasap Adil’in kamyonuna atlayıp ambülansı takip ettiler. Hastaneye vardıklarında sedyenin kenarından sarkan zinciri gördü. Köstekli saatin zinciriydi bu. Kaza esnasında kopmuş olmalıydı. Aradan biraz zaman geçtikten sonra, hafif orta yaşlarda bir doktor belirdi koridorun başında. İhsan amca, olanca kuvvetiyle yanına koşup “Doktor evladım, oğlum?”, diye sorabildi. Gerisini getiremedi cümlenin. Etrafta derin bir sessizlik hâkimdi. Tam o sırada gelen hemşire, bu sessizliği bozdu. Nurdan hemşire, mahallenin muhtarının ortanca kızıydı ve asla yalan konuşmazdı. İhsan amca, onun gelişiyle cümlesinin kalanını kurabildi: “Oğlum nasıl? Yaşıyor mu?

Nurdan hemşire, “Saat 15:30 sularında oğlunuzu kaybettik İhsan amca, başınız sağ olsun” diyebildi. Yapılan onca müdahaleye rağmen kurtulamamıştı İhsan amcanın oğlu. Elindeki köstekli saate baktı. Saat, 15:30’u gösteriyordu ve pili bitmişti.




*20.Haziran.2021 Saat: 02:57

*Olay kurgudur, gerçek şahıs ve şahıslarla alakası yoktur.

*Görsel: Pinterest