bazı evleri yakmak gerekiyor bazı evleri kurmak için. ki ben, henüz sekiz yaşımda yakıp evimi dışardan izledim, insan özlüyor aynı hissi. evini yakmayı isteyecek kadar dayanılmaz fikirlerin ne olduğunu şu an sorsanız size diyecek tek sözüm dahi yok. ama bu demek değil ki kurtulmayı istediğim şeyler yok değildi. sadece gelip geçeceğim bir dünyada, olmayı istemediğim bir yerde misafir olamazdım.
nasıl bir dünya mı? sürekli bana kim olduğumu unutturmayan bir dünya, ne giymem gerektiğinden tutun da hangi cümleyi ne kadar kısa tutmalıyımın sınırlarını belirleyen bir dünya. onların olduğumu zannettikleri kişinin sorumluluklarını karşılamadığım için sevgilerinden beni mahrum bıraktıkları bir dünya, onlar gibi hissedemediğim için suçlu bulunduğum bir dünya, sevinçlerimiz benzer değil diye kötü bilindiğim bir dünya, zamanımız olmadığı için değil paylaşacak bir şeyimiz olmadığı için konuşamadığımız bir dünya, ben bir karınca gibi ite ite dışarıdan içeriye taşıdığım şeylerle birkaç göz odayı evrene döndürmeye çalışırken ağustos böceğinin kaba talihine hak görüldüğüm bir dünya, “cevapları boş verelim bakın sorular daha mühim, cevapları bulmasak daha bile iyi sanki, önce sorular bizim olsun!” dedim diye umarsız bir ödlek olduğum bir dünya, mütemadiyen doğru ve mantıklı yaşamaya çalışmaktansa, daha memnun belki saçma ama kendimize olan mesafenin deniz mesafesine indiği yakınlıkta yaşayalım dedikçe ben, öteki edildiğim bir dünya bu!
ödüm koptu bu yüzden hep yaşarken, olur da zihnimde kıpırdayan hayattan uzaklaşırsam diye, maruz kaldığım şeylere öyle veya böyle direnmeden çabucak dönüşürsem diye aklım çıktı hep yerinden. ama ben ne zaman kim olmadığımdan veya hudutları çizen sakil haydutların hep insanlardan olduğundan bahsetsem ağzıma acı biber sürüp tek ayak üstünde beklettiler, bir boş duvara döndürüp gözlerimi, saatlerimi aldılar. beni mahrum bıraktıklarına inandıkları şeylerle zenginleştim, çoğaldım. ben çoğaldıkça eksildiler hayatımdan tek tek, acı çekmemi beklerlerken daha da güçlendim birdenbire, çünkü onların hayatında yolunda giden şeyler benim ilgimi çekmeden altını çizdi hamlesizliğimin. ve benim ödlerini koparmamı bekledikleri yerde koparmayarak ödlerini, akıllarını aldım. onların kabul gördüğü ceza-ödül sisteminde ne doğrumun ne de yanlışımın yeri vardı; sıfat eksilmesi sendromuyla bir ömür yaşayan ve bunun bir an olsun rahatsızlığını duymadan her şey yolundaymış gibi yaşayanların çarkın işlemeyen dişlilerine karşı herhangi bir ilgi geliştirememesi çok doğal. sınırlarını belirleme ve keskinleştirme konusunda aceleci ve edilgen davranan biri için bu yerkürede söyleyecek bir sözünün olmaması anlaşılmayacak şey olmasa gerek diye düşündüm. kişisel tarihimin, yani takriben yirmi dört insan yılı kadar bir süreden söz ediyoruz, ki bana göre bir insanın kendini bile isteye veya kazara dahi olsa ölmeden/öldürmeden bu yaşa kadar gelmiş olması son derece şaşırtıcı. fakat son yüz elli gün kadardır fevkalade hissediyorum ve bunu bulaştırmak istiyorum, sanırım ölüyor olduğumu bilmenin bana verdiği yetkiye dayanarak kendimi mutlu ilan ettim. bazı cümlelerimin realiteye mi yoksa romantizme mi göz kırptığını açıklamak zorunda kalmaktan hoşlanmıyorum öyle ki bu bana bir doktorun hastasına “ben tanrı değilim her şeyi ve herkesi kurtaramam ki” sitemiyle neredeyse eş. ahir zamanın beni, benim ona müsaade ettiğim kadarıyla yazmasını görmeye hazırım galiba, bu sakin ve arınmış yalın mutluluğumun, daha doğru bir ifadeyle, kavrulmuş ruhumun eriştiği ergin huzurun sebebi; tantanası bol, varoluşun ansızın bilge bir yaşlıya döndürdüğü sancılı ama kaşıntılı ferahlamalarında bir virgül uğruna nice hikayelerin anlattıklarından vazgeçilmiş ve belki bazılarımıza yamuk dahi gelen duruşumdan kaynaklı olduğunu düşünüyorum. içimin dışımla olan çarpımından, bu heybetli bataklığın uçsuz ve durgun okyanuslarıyla birleşen eşsiz bir yeryüzü şekli olacağını nerden bilirdim! hayatı hem bu kadar kendim gibi hem de tamamen yabancı kılıp, kendime varmaya çalıştığım kendimi, bir kara parçası görerek gölgemi nasıl olur da bir filikaya döndürürdüm? bazı virgüllerin sırf yeri değişmesin diye bazı soruların belini kırdığımız için mi bu boğazımıza kadar boka batmışlığımız? uhdeleri tutamadık diye mi bu ukdelerin toplanıp, kümelenerek zedelenmiş zihnime hücum etmeleri? bilmiyorum, biliyorduysam da unuttum, belki iyi bile, tabii iyi, unutmak için her şeyi hatırlamak zorundayım çünkü ve bu unutulmaya mecbur bırakılmış insan çocuğunun en büyük kehaneti, belki de laneti, bilmiyorum, son tahlilde unutmak, önce her şeyi her zerresine kadar hatırlatınca gerçekleşiyordu ya!