Olması gerekenlikten ibaret bir dünya örgüsü sanki. Örüntüler çevreden gelen olumlu dönütlerle içselleştirilmeye çalışılan yaşantılardan ibaret. Bunun doğal bir sonucu gibi gözüken de yaşadığı hissini çevreye aktaran öznelerden kurulu bir diğerleri yahut isimleri mutlu olabilen güçlü insanlar.
Sevgi büyüdükçe, doğurduğu masumiyetleri bugünlere bırakmadığını anımsatarak bazı yarınların katili olur. Ardına saklanmış bir iç çekişten öte duyguların dışarı çıkarken şekil yahut hacim değiştirdiği görülebilir kimi yaşlı gözlerde. Bu özlemle beraber birlikteliklerin vuku bulduğu her dakika, hayat zamanını içine daraltan bir çember olarak sallar kum dolu saatini. Baş ağrılarının seyrettiği algılamalar ve algılamalarını seyredemeyecek kadar yoğun olan baş ağrıları...
Ufak, mavi bir kaydıraktan kayarken baktığımız bankların bir anlamı vardır belki. Hatta kim bilir gökyüzü tanık olduğu saniyelerin kaydını başka bir aleme şahit olmak adına tutmuş olabilir. Bu şahitliğin bir işe yarayıp yaramayacağını ancak edilen muhakemelerin adaleti ölçebilir. Samanlığın denize kumlaşmış iğnelerini bulma umudu gibi. Bulma ihtimali yok değil diye hayal kurma özgürlüğünü gerçekten maalesef ayırt edemiyor olmak gibi.
Rüzgar zamanın birinde soğuk esebilir. Günün birinde olur da nisanın dibinde belki. Bahara girdiğini anlayamamış zihinler yeni anlamlar yükleyebilir, çoğu bitse de hâlâ içinde bulunduğu nisan baharına. Hayat bir rüya görmek kadar özgür değildir çünkü. Serbestçe zihne çağrılan düşünceleri açığa vurmamak adına değil mi bu kırk takla ve maskeler? Olamadığımız, masum olamadığımız kadar mutlu olmak değil mi yaşamak? Olmak istediğimizi abartmak olmuşken bugün, şu an oluyor olduğumuzun önceki olmak istediklerimizle bir alakası var mı? Olmalı mı? Kendimizden uzaklaştıkça bağ kurduğumuz geleceğe, umutlu süslemelerle yakıştırdığımız taçların hangi birini geçmişin geleceği olan bugünde takabildik? Sahi bugün de geleceğe hayranlığı tadabildik umudu özlerken. Ama kim bilir belki geçmişteki doyuramadıklarımızdır gelecekten beklenen.