Filmin açılış sahnesinde kasabaya yeni atanan genç savcı Emre ve bölgede hakimlik yapan Zeynep yan yana durup kasabanın dışında bir yerde var olan büyük bir obruğun derinlerine bakar.

-      Nasıl savcı bey?

-      Korkutucu gerçekten!

-      Ama güzel de.

-      Hakim hanım size bir şey danışacağım. Belediye başkanı sürekli evine çağırıyor. Ben de sürekli bir bahane buluyorum.

-      Burası küçük bir yer Emre bey. Böyle şeyler doğal karşılanır merak etmeyin. 

Başından itibaren müzik ve sinematografyasıyla gerginlik içerisinde geçen film Yanıklar Kasabası’nı prototip olarak kabul edip ülkenin genel bir fotoğrafını çekiyor. Koltuk, iktidar, hiyerarşi, temsiliyet, görevi kötüye kullanma gibi konular filmin ana temasına alınabileceği gibi esas olarak yöneticilerin bariz çürümüşlüğüne rağmen ezici bir çoğunluğun yaslandığı kendi zayıflıklarından beslenen ‘güç odağı’ kendini hissettirecek ölçüde verilmiş ve izleyici tarafından bunun görülmesi yönünde çaba sarf edilmiş. Film belirli konuları işlemesi anlamında iyi kabul edilebilecek bir metne sahip olsa da beslendiği esas şey ülkenin içinde bulunduğu sosyo-politik durumdur. Karakterler de buna göre seçilerek bir genelleme havasına bürünülmüştür. Filmin başından itibaren yönetmenin bir derdinin olduğu ve bu derdini bütün sorunların önüne koyarak anlatma telaşına girdiği anlaşılıyor. Haksız da değildir. Ülkenin öncelikli sorunları filmin tema olarak seçtiği konulardır fakat ivedilikle ifade edilmek istenen her sorunda olduğu gibi bu filmde de ifade sorunları açığa çıkmıştır.

Nedense filmin ilk sahnesinde savcı ve hakim önlerinde uzanan obruğa bakarken ben de kendimi Ağrı dağından ülkeyi izliyor gibi bir hissiyata kapıldım. Tam önlerindeki devasa çukur olanın daha alt seviyesini bize gösteriyordu ve filmin ilerleyen sahnelerinde savcı ve hakimin baktıkları yerin ‘gerçeklik algısı’ olduğunu anlayacaktım. O an için içimden Edip Cansever’in ‘Manastırlı Hilmi Beye Birinci Mektup’ şiirindeki “hiçbir yere taşmıyorum, kendime sızıyorum yalnız… Ben dediğim koskocaman bir oyuk” kısmını mırıldanırken buldum. O şiirde bağdaştırılan ‘ben’ ve ‘oyuk’ filmin açılış sahnesinde resmen aydınlandı. Oyuk derken muhtemelen Edip Cansever de kendi içine çöken, çöktükçe büyüyen bir şeylerden bahsediyordu. 

Film boyunca Emin Alper kendi içine çöken bir şeylerin bir sönmüş yıldız gibi oluşturduğu kara deliğe benzer biçimde bütün insani değerleri nasıl yuttuğunu gözler önüne serdi. Burada seçtiği meslekler de buna uygundu. Her ne kadar kendi baktığı noktadan meseleyi sinema aracılığıyla iyi anlatmış olsa da baktığı noktada bazı sorunların olabildiğini görebildim. Çünkü ‘ben’ olarak oluşmuş oyuk toplumsal düzleme yansıtılmıştı ve oyuğun artık benliği aştığını, toplumsal düzleme nasıl yayıldığını gözler önüne serecekti. Fakat bütün bir kasabayı, şehri, bölgeyi, ülkeyi, kıtayı ve hatta dünyayı içine katan bir oyuk nereden beslenecekti? Burada çürüme nerede başlıyordu? İdealist bir savcının sorunları çözmek isterken kendini bulduğu durumda mı yoksa kişisel hatalarında mı? 

Benim bu filmi eleştirdiğim nokta yönetmenin bize sinema olarak sunduğu bakış açısının kökeninde. Benzer durumlar son zamanlarda sorgulama yaratan filmlerin büyük çoğunluğunda var. Emin Alper de film boyunca sorunun kaynağının etrafında dönüp durmuş ve bariz olan bir şeyleri kör göze parmak biçiminde izleyiciye hissettirmiş ama neden insanda bir çözüm hissiyatı gelişmiyor? Bu da filmin ‘sistemden etkilenmiş’ yanlarıyla ilgili. Bu filme göre ortada yozlaşmış, yönetenler yüzünden kirlenmiş olan bir düzen var. Fakat o düzenin kökten itibaren sakat olduğu ihtimali yansımamış. Ya da izleyicinin hissedemeyeceği kadar yarım kalmış. 

Ülkenin içinde bulunduğu durum ve özellikle yıllardır algı yönetimiyle açığa çıkarılmış, tutkusu, özgür yaşama inancı zayıflatılmış, sürekli olarak içinde bulunduğu duruma şükreden bir hale getirilmiş ve bu durumdan rahatsızlığı ifade eden ‘sorgulayan’ anlayış ve bireylere karşı sürekli olarak linç taarruzunda olan bir kitle var. Bu kitleyi bütün çıplaklığıyla filmde görüyoruz. Filmdeki karakterlerin hemen hemen tamamı iktidar zihniyeti tarafından ele geçirilmiş kesimlerin temsiliyeti pozisyonda. Bu kitle yönetme şekline bakmadan belli bazı nedenlerden dolayı gücü elinde bulunduran iktidarın arkasında hizalanmaya alıştırılmış ve ortaya çıkan spekülasyon ne kadar büyük olursa olsun ertesi gün yine aynı gücün ardında hizalanmaya da devam edecek. Sürüleşmeye giden yolların adımlarını filmde hassasiyetle izledik…

Emre’nin evine fare zehri getiren ve özellikle z kuşağının temsilinde ifade bulan, kısmen sorgulamaları olan ancak egemen anlayıştan etkilenmeye de açık olanı temsil eden çocuktan tutalım, bir kenara savrulmuş, tutunmak için iktidar veyahut muhalefet (potansiyel iktidar) yanında durmak zorunda olan gazeteci Murat’a kadar bu böyledir. Bu hususta Emin Alper’in filmdeki karakterleri özenli bir şekilde oluşturduğunu belirtebilirim. Benzeri filmlerde bu tür konulara daha çok daha zayıf olan bir karakterin şehirden kasabaya gelmesi ve orada gördüğü çarpıklıklarla mücadelesi üzerinden anlatılırken Emin Alper Yanıklar kasabasına en üst mertebeden olan ve devleti temsil eden savcıyı sokarak en başından zor bir işe kalkışmıştır. Çünkü bir öğretmenin topluma yakınlığı daha fazladır ve bir şeyleri değiştirmek isterken izleyicinin desteğini hemen toplar fakat birebir devletin soğuk yanını yansıtan esas yargılamalara zemin sunan her şeyi açığa çıkaran ve bunun üzerinden bir dosya hazırlayan savcı ile işe girişmek bir hayli zordur. Belki de yönetmen bunu bir amaç olarak da gütmemiştir. Üzerine bir de savcının genç ve tecrübesiz oluşu eklenince işler çığırından çıkabilecek duruma gelmiştir. 

Savcı her zaman davayı açanın yani gücü elinde bulunduranın yanındadır. Temsiliyetini böyle bulur. Hakim ise adaleti dağıtandır, devlet temsiliyetinden ziyade halk temsiliyeti daha yoğundur. Filmde hakim Zeynep karakteri özellikle ülkemizdeki hukuk normları düşünüldüğünde aslında filme cuk oturmuş bir karakterdir. Hukukun güçlü olduğu ülkelerde hakim daha net bir pozisyondadır. Çünkü hukukun güçlü olması demek devletin daha küçük olması, halkın büyük olması demektir. Zeynep karakterinde savcı Emre’deki netlik yoktur. Çünkü yönetmen halkın devlet soğukluğuna nasıl terk edildiğini anlatmak istemektedir. Öyle sanıyorum ki Emin Alper bunu bilinçli olarak ülkemizdeki devletin katılığına vurgu yapmak için sağlamıştır. Zeynep karakteri film boyunca tam olarak adaleti sağlamaya çalışan olmaktan ziyade dengelere oynamaktadır. Ülkenin siyasi iklimini biraz takip edenler bunun ne demek olduğunu daha kolay anlayacaktır. Bu filmde Savcı Emre’nin netliği devletin katılığıyla ilgili bir durumu, hâkim Zeynep’in dengeye oynaması halkın zayıflığını anlatır. Çünkü ülkemizin getirildiği durum da tam olarak budur.

Bu yüzden başta da belirttiğim gibi bu film Yanıklar’ı Türkiye’nin bir prototipi olarak göstererek bütün bir ülkenin analizini yapmıştır fakat çözüm olarak ortaya koyduğu bir durum yoktur ve sorunların kaynağını deşme konusunda zayıf kalmıştır. 

Öyle bir dünya düzeni oluştu ki ‘ben merkeziyetçilik kapitalizmle birlikte en ücra köşelere kadar ulaştı. Oluşan genel tabloda hiçbir farklılık bir arada yaşayamıyor gibi görünüyor. İnsan açısından ele alındığında bu türcülüğe denk düşüyor ve insan aslında hem dini hem de bilimsel öğelerin tüm argümanlarıyla evrenin merkezine konularak makro ölçekte ‘benmerkezcilik’ yaratılmış durumda. 

İmgeleme hiç başvurmaya gerek olmadan Yanıklar’ın içinde büyük gürültü patırtı kopartılarak gerçekleştirilen domuz avı aslında kendinden olmayana bir yaklaşım biçimini anlatıyor. Ancak benmerkezcilik meselesi bununla da sınırlı değil. İnsanda ‘türcülük’ olarak açığa çıkan durum insan türünün kendi arasındaki ilişkilere de yansıyor. Yanıklar bir hayli dışarı kapalı bir kasaba. Ülkede özellikle son 10 yıllık dış politika düşünüldüğünde bunun nedeni daha iyi anlaşılıyor. Yönetmenin dert ettiği konulardan birinin de bu olduğu görülüyor. Yönetmen kesinlikle dış politikada savaşı esas alan yaklaşımları da benimsemiyor ve bunu da büyük bir acelecilikle anlatma derdine düşmüş. Yanıklar dışardan gelen misafirleri benimsemiyor ve hatta mideye girmiş rahatsız eden, yabancı bir besin maddesi gibi kusuyor. Filmde ara ara Kasabanın geçmişine dair bahsedilenlerde bunu görüyoruz. 

İnsanda türcülük olarak dışavurumu gerçekleşen ‘benmerkezcilik’ insan türünün kendi içindeki ilişkilenme tarzında ‘milliyetçilik’ olarak karşımıza çıkıyor. Ülkede son yıllar değerlendirildiğinde (hatta seçim sürecinde yaşananları da katarak) ülkenin nasıl içe kapandığını, bu kapanıklığın içte de son bulmadığını ve ülke içinde farklı grupların nasıl ayrıştığını hep beraber izledik. Dış ülkelerle dostluk bağı temelinde ortada hiçbir şey kalmazken içerde de halk birbirini yer durumda. Yapılması gereken tek şey yönetenler tarafından işaret edilerek bir düşman belirlemek. Hepsi bu kadar! Sonra şatafatlı koltuklarından, saraylarından bu çatışmayı/ayrışmayı izler ve oradan nemalanarak nasıl iktidar olacağının planını yapar. 

Filmin sonunda gelişen linç sahneleri, homofobi üzerinden anlatılan ve aslında çoğul olan durumlar filmin patlama noktası. Film bunun kaynağına inme konusunda zayıf kalsa da doğan sonuçları güçlü ele almış görünüyor. Yönetmen dert edindiği bütün o kargaşayı 2 saat 10 dakikada alelacele anlatıyor ve filmin başında gördüğümüz obruk/oyuk filmin ortalarından itibaren birçok yerde açığa çıkıyor ve Edip Cansever’in ‘“hiçbir yere taşmıyorum, kendime sızıyorum yalnız… Ben dediğim koskocaman bir oyuk” dediği yere adım adım ilerliyoruz. İnsan türünün yaşaması için, -dahası özgürce yaşaması için- gerekli olan toplumsal doku kendi içine çökerek kanserli hücreler gibi toplum içerisinde hastalıklı karakterleri açığa çıkarıyor.

Giderek ayrışan toplum tamamen parçalanınca spekülasyona açık hale geliyor ve bunun temellerini sağlayan ve yine benmerkezciliğe dayanan kadın-erkek ayrışması oluyor. Tarihsel olarak da bu böyledir. Kadın zihinsel olarak düşürülemediği takdirde toplumsallık her zaman diri ve direngendir. Bu yüzden toplumlar daha çok kadın üzerinden düşürülür. Film bu konuyu da dert etmiştir ve uç bir noktadan, tecavüz suçundan ele almıştır. Filmdeki karakterlerden Pekmez’in seçilmesi de son derece bilinçlidir. Film ‘toplumsal olarak kadın böyledir’ demez ancak kadını iktidarın, erk ya da eril zihniyetin gözünden nasıl göründüğünü gözler önüne serer. Filmin özellikle Pekmez karakterini ön plana çıkaran yanlarında toplum içerisinde eskiden söylenen, şimdi söylem olarak değişen ancak zihniyet olarak devam eden cümleleri beynimde yakalandı. “Saçı uzun aklı kısa, Sırtından sopayı karnından sıpayı, becerdim, işini bitirdim...” Ve daha çok fazlası. Yönetmen eril aklın (buna iktidar aklının demekte bir beis görmüyorum) bir kadına nasıl baktığını Pekmez karakterinde büyük bir ustalıkla açığa çıkarmış. Sonrasında yaşanan gelişmeler de ve suçluların aklanması ülkemizde son yıllarda çokça gördüğümüz bir tablo ve insanın aklına ilk olarak ‘iktidarın ve eril aklın yüceliğine leke süren’ İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesini getiriyor.

Filmin sonunda başta obruk üzerinden imgesel yordamla verilen dev oyuk bütün bir kasabayı ele geçirmiş oluyor. Ve biz filmi izledikten sonra da devam ediyoruz düşünmeye… Bütün bu çukurlaşma bizi nereye sürükleyecek böyle? Acaba biz her biri ayrı ayrı tekilleşen ‘ötekiler’ olarak domuzları kovalayan güruh muyuz yoksa o güruhun cadı avının nesnesi olan domuzlar mıyız? Öyle görünüyor ki Yanıklar’a egemen olan düşünce bizi bazen domuzlaştırıyor, bazen de bize domuz kovalatıyor. Bu sayede hiçbir zaman obruğun dibinde olduğumuzu fark edip başkaldırıya, güçlü itiraz etmeye yeltenemiyoruz sokaklarımızı bir bir yitiriyoruz. 

Sonuç olarak; Kurak günler derbi büyük bir film ve derdinin hepsini üst üste yığarak anlatma telaşına girmiş. Bu telaş sırasında derdine kaynak teşkil eden anlayışları yarım yamalak anlatabilmiş. Fakat ülkemizin içinde bulunduğu genel durum düşünüldüğünde değer verilmeyi de hak ediyor. Daha güzel günleri umut edebilmek adına… Yayılan onca umutsuzluğa rağmen!