Dış görünüşüne karşı o kadar kayıtsızdı ki bunun tasarlanmış bir şey olduğu sezilirdi;oldukça mesafeli olan konuşma biçimiyse insana çekici gelirdi. Oturacağı yeri seçtikten sonra şapkasını oraya bırakır, oturacağı zaman da şapkayı kaldırırdı.Ceketinin ikinci düğmesi daima üçüncü iliğe girme eğilimindeydi. Boyunbağını yakasının altından geçirdikten sonra düğümlemekten vazgeçerdi. Şölen masasında sağ yanına uzanıp komşusunun tabağındaki ekmeği almaktan çekinmezdi. Onun her hareketinin bir tür bilinçli kayıtsızlık olduğunu düşündüm. Sanki her şey, doğallığının tam tersine, onda düzene sahipti. O yüzden, gazetedeki sosyolog Ulus

Baker’e ithaf edilen yazıyı okurken içimde bir tedirginlik belirdi. Yazının başında; ''İnsanın dış görünüşü, onun içsel karmaşasının dışa vurumudur.'' yazıyordu .Bu cümle beni sarmaladı. Hemen aklıma geldi. Üniversitenin amfisinde daima mesafeli bir tavır sergilerdi ama bu tavır asla bir savunma değildi. Tam aksine, her hareketi,her sözü, bir tür içsel sakinlikten, düşüncelerinin derinliğinden kaynaklanıyordu.Gazeteyi okurken, gözlerim satırlarda kaydı ama zihnimde hep derslerini büyük bir zevkle dinlediğim Baker’ın tavırları vardı. Hiç acele etmezdi. Onu dinlediğim zaman hayatın kendi içinde muntazam bir düzene sahip olduğu ve bu düzenin eksik olmadığını düşündüğümü hatırlıyorum. Ancak Baker’ın hayata karşı duruşu bana bunun ne kadar yanıltıcı olabileceğini hatırlatıyordu. Davranışlarının derinliğini anlamaya çalışırken, onunkinin aksine dış görünüşle içsel dünya arasında kurduğum bağlantı daha da güçleniyordu. Baker’in bana en büyük katkısı buydu. Ne büyük bir kayıp yaşadığımı tekrar düşündüm. Türkiyedeki felsefe ve sosyoloji alanında bir mihenk taşı olmasının yanında şahsına münhasır bir kişiydi. Onunla 2. Ulusal felsefe şöleninde titreye titreye karton bardakta İskoç viskisi içtiğimizde; bu hareketin ardında bir içsel boşluk değil, bir tür özgürlük olduğunu fark etmiştim. Gazetede yazıyordu. İnsan çevresindeki kuralların sınırları içinde değil, o sınırların ötesine geçerek var olur. Baker, tam da bunu yapan bir hocaydı benim gözümde. Korkusu yoktu. Sınırları içinde sığamadığından sınırsızdı. Bütün bu düşüncelerle gazetenin sayfalarını karıştırmaya devam ederken, bir kez daha şu cümle geldi aklıma: ''Bir insanın dışarıya doğru açtığı pencere, içsel dünyasının dışa yansımasıdır. Ancak bu pencere kıyafetten bağımsız, hal ve hareketlerden kaynağını alır.''

Ulus Baker’ı düşündüm. Onun içsel dünyasında ne olduğunu hiçbir zaman

bilemeyeceğimi fark ettim. Ama bu, bir yandan da bir huzur verdi. Çünkü belki de asıl mesele, dışarıdaki dünyayı sorgularken, kendi içimizdeki dengeyi bulabilmekti. Sonra, yazının sonlarına doğru, derslerinde sık sık söylediği şu cümleyi okudum.‘’İçsel bir boşluk, dışarıdan bakıldığında yalnızca bir kayıtsızlık gibi görünse de gerçekte o boşlukta bir anlam arayışı vardır.‘’ İşte tam o anda, gazeteyi kapattım ve derin bir nefes aldım. O boşlukta kaybolmuş, fakat her şeyin anlamını bulmaya çalışan bir insanın portresi gibiydi Ulus Baker. Ve belki de bu yüzdendir, onu anlamak hep zor oluyordu.

Gazeteyi masanın üzerine koyarak pencereye baktım. Doğru. Dış görünüşüyle kayıtsız olsa da, Baker’ın her hareketi ardında bir anlam taşıyor, bir arayışı gösteriyordu. Gazetedeki bu yazı da, işte o kayıtsızlığın ardındaki derinliği keşfetme çabası gibiydi. Ve belki de hayatın tam da bu boşluklarda, kayıtsızlıkta değil, bu kayıtsızlığın ardındaki arayışta gizli olduğunu anlamıştım. Artık başım ağrımıştı. Saat 13.30’du. Sırada orta çağ felsefesi dersi vardı. Gazeteyi dörde katlayıp sırt çantama koydum. Ulus Baker ile viski içtiğimiz anı hatırladım. Gülümsedim.