Sabahattin Ali’nin en sevilen eserlerinden biridir Kürk Mantolu Madonna. Okuyan herkes kendinden bir şeyler bulur bu romanda. Bu sebepten olsa gerek yayınlanmasının üstünden yıllar geçse de çok satanlarda yerini korur. Raif Efendi ile Maria Puder’in -namı diğer Kürk Mantolu Madonna- tutkulu aşkını okuruz bu romanda. Günümüze kadar pek çok okur bu roman hakkında çeşitli fikirler beyan etmiş, birbirinden farklı yorumlarda bulumuştur. Bu roman hakkındaki genel kanı, Sabahattin Ali’nin diğer romanlarının aksine sosyal ve siyasi konulardan uzak ve aşk merkezli bir roman kaleme aldığı yönündedir. Fakat bu eserin sadece tutkulu bir aşk hikayesinden ibaret olduğunu düşünmenin Sabahattin Ali’ye haksızlık olacağı kanaatindeyim. Yazar bu tutkulu aşkı, insanoğlunun hayata gözlerini açtığı andan itibaren gözlerini kapayıncaya kadar hiç peşini bırakmayan yalnızlıkla harmanlamış ve öyle kaleme almıştır. Bunu eserin zaman zaman diyaloglarında, zaman zaman da karakterlerin iç dünyasıyla olan çatışmalarında açıkça görebiliriz. Yazar bu temayı henüz kahramınımız Raif Efendi’yi ilk kez gördüğünde edindiği izlenimlerle bize yansıtmaya çalışır: “Bir yabancı ile karşı karşıya oturulduğu zaman âdet olduğu üzere oda arkadaşımı gizliden gizliye tetkik etmek, kaçamak bakışlarla hakkında ilk -ve tabii yanlış- kanaatler edinmek istiyordum. Fakat onun bu arzuyu hiç hissetmediğini ve başını tekrar önündeki işe eğerek ben odada yokmuşum gibi meşgul olduğunu gördüm.”(Ali, 2014). Kahramanımız önceleri bu durumu sadece iş arkadaşlarına karşı ilgisizlik olarak düşünse de onunla ahbap olduktan sonra ailesine ve yakınlarına karşı tavrının da böyle olduğunu anlaması pek uzun sürmez. Zira Raif Efendi etrafındaki insanlara rağmen yapayalnız bir adamdır. Kahramanımız Raif Efendi’den bahsederken onun sıradışı bir özelliğinin olmadığını şu sözlerle dile getirir: “Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi.”(Ali, 2014). O halde yazar bu sözlerle aslında bu karakterin günlük hayatta karşılaştığımız insanlardan biri olabileceğini ve belki de Raif Efendi gibi kendi dünyamızın yalnızlarından biri olduğumuz gerçeğini yüzümüze çarpar. Raif Efendi düşünülenin aksine yaşadığı hazin olaylar sebebiyle hayata küsmüş biri değil, hayata gözlerini açtığı günden itibaren onu çepeçevre saran yalnızlığından yer yer kaçmışsa da en sonunda birçoğumuzun yaptığı gibi yalnızlığını bağrına basmış biridir. Kahramanımız Raif Efendi’nin siyah kaplı defterini okurken bunu açık bir şekilde görürüz. Raif Efendi çocukluğunda ne kadar çekingen olduğundan ve çocukluğundaki içindekileri dışa vurma korkusundan bahsederkenşöyle söyler: “En büyük zevkim evin bahçesinde veya derenin kenarında yalnız başıma oturup hülyalara dalmaktı.”(Ali, 2014). Sonraları babasının, onu Almanya’ya gönderip orada onun yürüttüğü işleri öğrendikten sonra memleketine geri dönüp, kendisinin yerine geçme fikri onun için kaçınılmaz bir fırsattır. Raif Efendi aslında bu yolculukla yalnızlığından kaçmak istemektedir. Avrupa’ya gitmek ona göre hayata tutunmak ve insanlarla barışmak için bir umuttur: “Bir ecnebi dil öğreneceğimi, bu dilde kitaplar okuyacağımı, ve asıl, şimdiye kadar sadece romanlarda rastladığım insanları işte bu "Avrupa"da bulacağımı tahmin ediyordum. Zaten muhitimden uzak duruşumun, vahşiliğimin bir sebebi de kitaplarda tanıştığım ve benimsediğim insanları muhitimde bulamayışım değil miydi?”(Ali, 2014). Avrupa’da kaldığı süre boyunca gezdiği sergilerden birinde gördüğü kadın portresi onu olağanüstü bir şekilde etkiler. Bunu şu sözlerle dile getirir: “Büyük salonun kapıya yakın bir duvarının önünde birdenbire durdum. O andaki hislerimi, bilhassa aradan bu kadar seneler geçtikten sonra, anlatmama imkân yok. Yalnız orada, kürk mantolu bir kadın portresinin önünde, mıhlanmış gibi durduğumu hatırlıyorum. Resimleri seyredip geçenler, vücutlarıyla beni sağa sola itiyorlar, fakat ben olduğum yerden ayrılamıyordum. Bu portrede ne vardı?.. Bunu izah edemeyeceğimi biliyorum; yalnız, o zamana kadar hiçbir kadında görmediğim garip, biraz vahşi, biraz mağrur ve çok kuvvetli bir ifade vardı.”(Ali, 2014). Raif Efendi hiç olmadığı kadar umutlanır, çünkü karşısına yalnızlığından kurtulmak için insanın hayatında belki de bir kere karşısına çıkacak cinsten bir fırsat çıkar. Bu umuda sımsıkı sarılır ve hislerinin peşinden giderek o kadınla yani Maria Puder’le tanışma ve arkadaş olma fırsatı bulur. Fakat Maria Puder’in de yazarın her fırsatta yüzümüze vurduğu yalnızlığımızdan nasibini almış bir karakter olduğunu tanıştıklarından hemen sonraki diyaloglarında görürüz: “"Berlin'de yalnızsınız değil mi?" dedi. "Ne gibi?" "Yani... Yalnız işte... Kimsesiz... Ruhen yalnız... Nasıl söyleyeyim... Öyle bir haliniz var ki..." "Anlıyorum, anlıyorum... Tamamen yalnızım... Ama Berlin'de değil... Bütün dünyada yalnızım... Küçükten beri..." "Ben de yalnızım..." dedi. Bu sefer benim ellerimi kendi avuçlarının içine alarak: "Boğulacak kadar yalnızım..." diye devam etti, "hasta bir köpek kadar yalnız..."”(Ali, 2014). Raif Efendi ve Maria Puder adeta birbirlerini tamamlayan çok iyi iki arkadaştır. İkisi de yalnız olduklarının bilincindedir fakat Raif Efendi yalnızlıktan kaçmak istemektedir. Bunun için kendini kandırmaya hazırdır. Yazar bu duyguyu Raif Efendi’nin iç sesi ile bize aktarır: “Beni kemiren sadece büyük bir yalnızlık hissiydi ve gene bu yalnızlığın tesiriyle bana yakın olduğunu anIadığım bir insana karşı birçok noktalarda kendimi aldatmaya hazırdım.”(Ali, 2014). Bunun aksine Maria Puder yalnızlığın kaçınılmaz olduğunu Raif Efendi ile sohbeti sırasında şöyle dile getirir: “Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hâlâ kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır.”(Ali, 2014). Burada yazar adeta benliğimizi yiyip bitiren o ikilemi anlatır. Raif Efendi ve Maria Puder aslında yalnızlık olgusunun insanda yarattığı iki zıt fikir gibidir. Bir yandan hayatta yalnız olduğumuzun apaçık bir şekilde bilincinde olsak da bir yandan da hayatta kendimize yakın hissettiğimiz, birtakım hisler beslediğimiz insanlara karşı kendimizi aldatmaya ne kadar da hevesli olduğumuzu gözler önüne serer. Arkadaşlıkları boyunca yazar, Maria Puder karakteriyle hayatta yalnız olduğumuz fikrine bizi alıştırır. Daha sonra birlikte geçirdikleri gecenin sabahında bu fikri tamamen kabul etmiş gibi görünen bir Maria Puder görürüz: “Demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor.”(Ali, 2014). Fakat Raif Efendi kendini kandırmakta kararlıdır ve Maria Puder’in yanından ayrılmaz. Sonraları babasının vefatı sebebiyle memleketine dönse de umudunu kaybetmez, çünkü gitmeden önceMaria Puder’in ağzından dökülen birkaç kelimeye derin anlamlar yüklemek onu biraz olsun yalnızlığından uzaklaştırmaktadır. Fakat bir süre sonra mektuplarına cevap alamayınca istemeyerek de olsa yaşamın o korkunç gerçeğiyle tekrar yüzleşmek zorunda kaldığı yer; her şeyin başladığı yerdir, memleketidir. Raif Efendi, Kürk Mantolu Madonna’sından umudunu kestiğinde artık kararını vermiştir. Dünya üzerindeki hiç kimse onun yalnızlığına çare olamayacaktır. Çünkü insanoğlu boğulacak kadar yalnızdır. Bundan sonra yapılacak en doğru şey, bu gerçeği kabul edip hayata öyle devam etmektir. Raif Efendi de öyle yapar; evlenir, çocukları olur ama yapayalnız bir adamdır hepimiz gibi. Bu gerçeği o kadar benimser ki yıllar sonra karşılaştığı, varlığından bile habersiz olduğu kızını gördüğünde yaptığı tek şey; içinde olduğu tren ağır ağır uzaklaşırken ona el sallamaktır.
Kürk Mantolu Madonna’sından ona kalan tek hatıra olmasına rağmen.
Kaynakça
·Ali, S. (2014). Kürk Mantolu Madonna. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
·Karaburgu, O. (tarih yok). Kürk Mantolu Madonna Üzerine. İnsanokur: https://www.insanokur.org/uzerine-oguzhan-karaburgu/ adresinden alındı