Kaderin belki de en meşhur cilvesi, ağızları açık bırakacak derecede tesadüfi olayların peşi sıra gerçekleşmesidir. Kemal Tahir’in Kurt Kanunu’nda zihnime yansıyan olayların yegâne izdüşümü işte kaderin bu cilvesiydi. Dönemin koşullarını aklımda canlandırmaya çalıştığımda düşüncelerime, burnumda bir keskin koku eşlik ediyor: kanlı gözyaşlarının ve terlemelerin yarattığı o keskin koku… Bu koku bana yeni yetme Cumhuriyet’in geleceği hakkında insanların kafasındaki bunalımları hatırlatıyor. Zihnime yansıyan bu sahnede Mustafa Kemal, kanıtlanmış kudretiyle dimdik durup ufka bakarken onun arkasında görece geride kalmış, dışlanmış muhaliflerin ağzında bir dedikodudur gidiyor. Onlara göre “Sarı Paşa” diktatör olmak yolunda ilerliyordu ve önü kesilip zaten çok gecikmiş cezası artık kesilmeliydi. İttihatçıların en gözü karalarından biri olarak düşünülen Abdülkadir (romanda Abdülkerim) bile kafasında belki de yüzlerce kez tekrarladığı bu işi bir başka azılı fedaiye verip gönül rahatlığıyla istikbâlinin planlarıyla meşgul oluyordu. Bu kısımda bile henüz içe sinmemiş bir planın peşinde olunduğu aşikarken, inançlarını diri tutmaya çalışan bu eski “kurtuluş mücahitlerinin” de içinde bulunduğu psikolojiye inmenin olayı daha iyi kavramamızı sağlayacağı kanaatindeyim.

          

İnsanoğlunun elinden kaybettiklerine dair sonu gelmez geri elde etme arzusu onları hep güçlerinin yetmeyeceği işlere itmiştir. Bu itiş önceleri bir yanılsama, daha sonra bir hesaplaşma, bir çatışma ve sonunda bir kayboluş, bir yok oluş hikayesidir. Abdülkerim gibi birçok İttihatçı da geçmişteki kudretlerinin özlemiyle yanıp tutuşan yüreklerini yeniden harlamak ve o eski itibarlı günlerine dönmek istemektedirler. Bu adamların kalplerinde memleketi kurtarmak isteği de yatar, karunlar kadar zengin olmak da, en güzel kadınların koynunda olmak da… Zaten bence esas sorun da burada: kimin için neyi istediğini bilmemek. Evet, Mustafa Kemal, ömründen yıllarını feda ettiği Cumhuriyet uğruna, cephelerde savaşırken bile hayallerini kurduğu, planlarını yaptığı o ülkü adına her şeyi yapmaya hazırdı. Önüne çıkabilecek engelleri elbette tahmin ediyor olmalıydı ki başarılı olabilsin. Bunu belki de en iyi o biliyordu. Henüz genç denecek yaştayken, örgütlenmenin ve ileri görüşlülüğün ne gibi avantajlar getirebileceğini kestiriyordu. Dönemin meşhur cemiyeti içinde elbette o da vardı. Aykırı fikirleriyle İttihatçıların gözüne çarpan bu delikanlının da içinde onmaz bir kurtuluş ateşi yanıyordu. Sahiplenilen fikirlerinden ötürü içlerinde pek barınmadığı İttihatçıların, zaten eti kemiği çekilmiş ülkenin sonunu getireceğini düşünüyordu; fakat, elbette herkesin tutkusu olan vatanı kurtarma fikri onun da aklındaydı. Nitekim bu kutlu inancı yerine getirmek “Sarı Paşa” ya nasip olmuştu. Bu uğurda ilerlerken yürüdüğü yolların dikenli olacağının farkındaydı ve işlerin çözümü adına bence basit ama etkili bir düstura sahipti: düşünceyle harmanlanan inancı zamanı gelince yerine getirmek. Bu durumun aksinde, kendisinin de Nutuk’unda dile getirdiği gibi “… ihtimal bazı kafalar kesilecekti.” Dönemin en güçlü adamının psikolojisi bu şekilde seyrederken az önce de bahsettiğim gibi hayal kırıkları altında ezilmiş, yenik düşmüş muhalif eski İttihatçıların da eski kudretlerini geri getirmek adına akıllarına ancak ve ancak önlerindeki o “tek adam”ı indirmek fikri geliyordu. Çaresizlik onları kendilerini yeniden yaratmaya değil de var olan nimeti yok etmeye itmişti. Tüm çabaları düzeni eskiye getirmeye, güçlerini geri kazanmaya hizmet eden bu adamlar birleşip bir parti kurmuşlardı. Girdiği her yol ayrımında teker teker yol arkadaşlarını kaybeden Sarı Paşa, ilerlediği yolda temkini elden bırakmayarak muhaliflerinin kirli planlarını suya düşürmekten hiç imtina etmemişti; bu parti de suya düşürülen planlardan sadece biriydi. Bir Kürt isyanı münasebetiyle ölüm fermanını yazdığı muhaliflerin Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı da ortadan kaldırmıştı. Her yüzeye çıkma çabası başarısızlıkla sonuçlanan İttihatçıların bu şartlar altındaki psikolojisini daha iyi anlamaya başladığımızı düşünüyorum. Abdülkerim de dahil her birinde deliğinden çıkma ve eskisi gibi önemsenme özlemi vardı. Özellikle, boylarından büyük bir iş olduğu aşikâr olan suikast planına girişirken de Baytar Rasim’in Küçük Efendi gibi birinin de bu işin içinde olduğunu söylemesi, işbirlikçilerin içini rahatlatmak ve arkalarını sağlama almak fikrinden başka bir şey değildi. Bu psikolojideki bir insanın amacına duyduğu inanç konusunda eksiklikler hissettiğini söyleyebiliriz. Bu durumdan haberi olmamasına rağmen Abdülkerim’in de bu fikirle içini rahatlattığını söyleyebiliriz. Elbette amaçlarına ulaşamadıklarının korkusu ve telaşından dolayı Küçük Efendi’nin kapısını çalması şaşırılmaması gereken bir olay. Bunun başka bir kadının daha koynunda günler geçirmekten daha rahatlatıcı bir eylem olduğu kesin; fakat burada bir vefa borcu hikayesi de yatıyor. Başlarında bir örnek teşkil eden ve suikast işine isminin karıştığından bihaber olan Kara Kemal ağabeyinin bir keklik gibi avlanmasına göz yumamayan Abdülkerim doğruca onun evine giderek bir yerde kendisini de koruma altına alıyordu. Bu durumdan haberi olduğunda Kara Kemal, romanın en çok iz bırakan cümlelerinden ve kitabın bir özeti mahiyetinde “Bir türlü, komitacılıktan kurtulup devlet adamı olamadınız, bu yüzden koca Osmanlıyı on yılda batırdınız” diyerek bence bir hüznü, bir pişmanlığı ve hayal kırıklığını dile getirmişti.


Kemal Tahir’in romanında zihnimde kendine yer edinmiş bir diğer nokta ise devrim döneminin ne kadar kanlı olduğudur. Bir tarafta kurunun yanında yaşların da gözden rahatlıkla çıkarıldığı İstiklal Mahkemeleri, diğer tarafta vatanın barışını, güvenliğini ve huzurunun selameti öne sürülerek çıkarılmış Takrir-i Sükûn kanunu. Elbette böylesi önlemler devrimlerin vazgeçilmez koruyucusu ve taşıyıcısı olmuşlardır. Bu noktada dönemin şartlarını iyice kavramak adına bir şey yapılmalı: Romanın baş aktörlerinin ancak içinden çıkınca anladığı bu kaosu yerme tarzlarını açığa vurmak. Zira bir zamanlar rahatça at koşturdukları bu meydanda aynı dikte rejimini kendileri sürdürüyorlardı ve böyle olması gerektiğinin az çok onlar da farkındalar. Abdülkerim’in, Sarı Paşa’yı vurdurduktan sonra demokratik bir rejim yanlısı olacağına kimse inanmaz. Zaten damarlarında hala o “komitacılık kanı” akarken ondan da böyle bir refleks beklemek haksızlık olur. Romanda yansıtılan; her birinin aklında halen Mustafa Kemal’in başarısız olacağı düşüncesinin var olması. Bu düşünce kimi zaman bir temenniye de dönüşmüyor değil. Kendilerine her an yeniden ihtiyaç duyulacak, gözler vatanın korkusuz fedailerini arayacak diye sürekli hazırda bekliyorlardı; fakat, hepsine birden rahat durmak batıyordu. Yüreklerinde bir şeyler yapma isteği duyuyorlardı. Bu his onlarda bir alışkanlık haline gelmişti. Kemal Tahir de romanında bir bu tarafa bir diğer tarafa geçerek dönemin iki farklı psikolojisini de açıkça göstermiş, yüreği hala ateşli fedailerden tutun, köşesine çekilmiş aklı başında kesimi ve tarafsızlığı savunan kendi halindekileri bile yansıtmaktadır. Tüm bu çevrelerin “kurt kanunu”na göre nasıl taraf aldıklarını, yer değiştirdiklerini ve yeri geldiğinde düşeni nasıl da yedikleri felsefesini okurun içine işlemektedir. Dönem zaten tam bir kurtlar sofrası dönemidir fakat bu sofrada bir esas kurtlar, bir yancı kurtlar, bir de eski kurtlar vardır. Kimin kimi yiyeceği ise birileri başarısız olup düşene kadar belli değildir. Kimilerinde vefa borcu eskimiş anlamını yitirmiştir; kimilerinde eski defterler açılmamak üzere kapanmıştır. Kemal Tahir bir şeyi çok iyi öğretmekte: Kimsenin o dönemde düşündüğü “kurt” olmadığı fakat olmak istediğine en çok yaklaşanın bu yolda en çok feda edenin olduğunu. Ona göre İttihatçılar’ın en büyük handikapı, saltanat döneminde önemli mevkilere gelmelerine rağmen hepsinin komitacılığa özenmesidir. Elbette bu adamlar komitacılıktan elde ettiklerini kaybetmemek için geçmişlerine sıkı sıkıya bağlı kalmak istemişlerdir fakat eksik akıllı olan Mustafa Kemal miydi ki o, Cumhuriyet’i kurduktan sonra askeri üniformasını bir daha giymemek üzere çıkarmıştı. O bir düsturu rehber edinmişti kendine ve bir şeye inanmıştı: Savaş artık bitmişti ve kan dökülmeyecekti. Oysa diğer tarafta görürüz ki İttihatçılar, kaybedilenlere karşı sürekli mantıksız bir geri elde etme arzusu duyuyor. Üstelik bu arzuları hiçbir fikre temas etmiyordu. Fikrî temellerden yoksun ve salt vatan aşkının hüküm sürdüğü bu arzular hiçbir etki uyandırmamıştı. Nitekim her seferinde başarısız olmaları münasebetiyle kaderden tokat yemeye devam ediyorlardı. Bu nokta da Kemal Tahir, okuru onları da anlamaya çağırmaktadır. Yer yer geçmiş muhasebesi yapan karakterlerin pişmanlığını ve olayın akışına yön veren yüce bir kuvvetin hiçbir zaman onlardan yana olmadığını hissettirmekte; fakat, onların da gelinen noktada paylarının olduğunu ve hala bir şeyler yapmaya, kendilerini kanıtlamaya çabalama davalarının da beyhude olduğunu göstermektedir. Çünkü iş işten geçmiş, bir imparatorluk parçalanmıştı. Tek bir adam düzeni nasıl geriye döndürecekti? Evet, elimizde Sarı Paşa gibi bir örnek de olsa bu örneğin ardılları ve öncülleri içinden oldukça nadir çıktığı belliydi. Ona karşı planladıkları suikastın başarılı olma ihtimalinde, içlerinden birinin bile bu rolün gereğini yerine getirebileceğinden yazar da emin gözükmemekte. Tüm bu muhasebenin sonucunda başarısız bir suikastın suçunu kendi canını alarak ödemek belki Kara Kemal’e nasip olmuştu; fakat, bence en büyük acıyı yüreğinde artık sönmüş arzularıyla yaşamak zorunda kalan Abdülkerim çekecekti.

           

Ateşli bir dönemin bunalımlı insanlarının içinden çıkmaya çalıştığı kaosu hissediyor insan bu romanı okuduğunda. Bir tarafta başarısını kanıtlamış ve tırnaklarıyla kazıyarak çıktığı zirvede hüküm süren bir lider, diğer tarafta az kalmış sayılarıyla daha da öfkeli, yaptıkları ve yapamadıkları yüzünden pişman ve yüzeye çıkma arzusu kaynamakta olan muhalifler görülüyor. Meclis sırasında sürdürdükleri muhalefetin bir fayda getirmediğini yavaş yavaş hissedenler daha da dallanıp budaklanıp bir parti kurma ihtiyacı hissediyorlar. Burada da yapmak istediklerini demokratik kılıfa sokma çabası görüyoruz. Muhaliflerin ve dönemin iktidarının güvenliğine tehlike arz eden her planın alt edildiği gibi bu parti de çıkan bölgesel bir isyanla münasebeti bahanesiyle hemen kapatılıyor. Bu alaşağı edilme, o çevre için bir başarısızlık tokadı daha olurken; çıkarılan yeni kanunlarla, konuşmak ve baş kaldırmak isteyenlerin elleri kolları birbirine bağlanıyor. İçinde bulunulan şartlar fedaileri zaten akıllarda çoktandır yer etmiş tek bir çareye itiyor: suikast. Bir cemiyetin farklı profillerinin bir arada planlamış olduğu bir suikast ve bu suikasta gayri ihtiyarı dahil olan büyük ama Küçük Efendi’leri görüyoruz. Yıllardır süregelen, bir imparatorluğun çöküş hikayesinin aktörlerinin yeniden diriliş zamanlarında kendilerine yer aramak isteyişlerini görüyoruz. Bu yer arayış onlarda mesnetsiz bir intikam duygusu uyandırıyor. Bu intikam duygusuyla gittikçe çaresiz kalan komitacılar bir arzunun kucağına atılıyorlar. Savrulup gidiyor zaman ve yine zafer, zafer benimdir diyebilenlerin oluyor. Hissettirdikleriyle biricik olan romanda, Kemal Tahir, kitabın kapağında yazılan “kurt kanunu” yazısının başta anlam veremediğimiz manasını içimize işliyor. Kurtlar sofrasına buyur edilmeden oturanların her biri ve düşenlerin birçoğu o sofraya meze olmaktan kaçamıyor. Sofradan karnı tok ayrılanlar ya kurtlukta düşene ihanet edenler ya da düşman bellediklerini alt edebilenler oluyor. Kurtların kanunu da böyleymiş.