Hasan amca, üniversite hayatımın Avcı Hasan’ı. İçinde bir heykeltıraş, bir doktor, bir Hasan amca bulunan üç güzeller grubu… Canım sıkkın olduğunda evime on adımlık mesafede Hasan amcanın kafeye giderdim. Leblebi, kuru üzüm, çay vegençlik hikâyeleri… Hayatımın dönemleriHalis dayı, Yücel amca ve Hasan amca olmak üzere şimdilik üçe ayrılıyor. Diğerlerinin hikâyelerine yeri gelince yine değinirim.


Hasan amca; olmayacaksa, incir çekirdeğini doldurmaz olmadığı, derdi. Eğer insanlar düşünürlerken kafalarının üstünde bir düşünce bulutu çıkıyorsa o an benim düşünce bulutumda İşler Güçler ’in final sahnesi oynatılıyordu. Bir film çekmiştik, kimse beğenmemişti. Dostlarla izleyip hiç ayrılmama yemini edip ayrılmıştık biz de.İncir çekirdeği, insanın kafasında pek çok parçayı tamamlayabiliyor.


Hayatından, gönül maceralarından memnundu Avcı Hasan, şu an olduğu yeri seviyordu, sevmek zorunda olduğunu kabullenmiş de olabilir.Yaş ilerlerken insan sormaz mı ‘Gerçekten geldim mi yoksa buraya varabildiğim için, gelmek istediğim yer burası mı sandım? Nasıl bilebilirim? Kendimi kandırmadığımı nasıl bilebilirim?’ diye?


O anlattıkça geceleri evime gelip delirdim durdum sanırım, üniversite hayatım bir yankıya dönüşürken parçaları birbirine uymayan bir hayatı yaşamaya çalışıyor gibi hissederek ve işler de iyiye gitmiyorken tek yaptığım tavandaki yıldızları izlemek oldu. Eskiden, bilimden bile önce, insanlar gökyüzüne bakıp hayatlarına bir anlam ararlarmış, diye teselli ettim kendimi, bunca insan yanılmış olamaz, dedim 21. yüzyılda anlamımı gökyüzünde ararken, üç beş sene kadar…


Hani mısır patlatırken tencerenin kapağını dalgınlıkla kapatmayı unutursun, çoğu zaman, karnımı küçük bir tencere ve düşüncelerimi o zapt edemediğim patlamış mısırlara benzetirdim.


Kimseyi haksız göremediğim, kendimin bir türlü haklı bulunmadığı, duyguları minik minik birbirine geçmiş legolar yığını bir hâlde, tercih yapmaktan ölesiye korktum. Bu sırada kalbimin olduğu yerde olamadıysam; siz var olma çabası deyin, ben varoluş sancısı diyeceğim.


İçi dışından çok daha büyük bir Tardis gibi zamanda ve mekânda savruldum. Düşüncelere dalınca Tardis’in fren seslerini duyduğumu sanırdım, bazen de kulağıma Kordon’dan bir vapur sesi gelince, yaşamanın güzel olabileceğini düşünürdüm. Düşüncelerde kalması kötü oldu. İnsanın içinde iyilikler, kötülükler kadar yeşeremiyor. Hele ki birini sevmek…


İmkânım olsa arkama bile bakmadankaçacağım bir düzenin içinde, çok sevildiğimi de düşündüm tabii. Bir hüzün dalgasıdır bırakmadı peşimi. Galiba öğrenciyken daha meyilli olunuyor, yok olmaya. Hele ki benim düştüğüm, hissetmediği gibi davranamama belası musallat olunca eline ayağına. Hâl böyle olunca o çiçekli böcekli duygularım ölüyordu. Böyle çok yanı ölür insanın, diye kendi sırtımı sıvazlıyordum. Kimisinin de bencilliği ve saldırganlığı kalıyor hayatta, diyordum, sen hiç olmazsa içine ölüyorsun…


İşte neredeyse her akşam evime, ağzıma kuru üzüm ve leblebi atarak dönerken, fonda koyu bir mızıka çalınıyordu ve her şey olup bitmişken sonuma, bir yolun bitmesine bakar gibi bakıyordum.Kimseye kızgın değildim, düşerken yanımda götürebilecek kadar sahiplenememiştim kimseyi. Kendimi bile.


Yine böyle gecelerden birinde Hasan amca koşup yetişti arkamdan. ‘‘Montunu almadan nere gittin deli kız?’’ dedi, ‘‘Sen unutamadın o çocuğu…’’ da dedi mont unutmakla bir ilgisi varmış gibi. ‘‘Sana mars olmak yaramıyor bu yaştan sonra.’’ deyince ‘‘Yarın rövanşa gel.’’ diye bağırdı peşine, elimi yukarı kaldırdım, tamam gelirim, der gibi.


Eve doğru yollanıp ellerimi cebime soktuğumda cebimde bir dalgalanma fark ettim. Gecenin karanlığında avucumu açıp, bu neymiş diye baktım; kuru üzüm vardı, leblebili.


15.02.18