Onu ilk olarak o kafede gördüğümde, koskocaman bir Ahmet Kaya posterinin altında gülümsüyordu. Şu ölü sanatçıların portre çizimlerinin altına edebi sözler yazılan kafelerin birindeydik. Duvarlar ölü sanatçı çizimleri, masalar da Bomonti içen uzun saçlı erkekler ve kısa saçlı güzel kadınlarla doluydu. O da bana bakana kadar, bir birayı bitirme süresine denk bir zaman bu, gözlerimi ayıramadım. Bana bakınca gülümsemesi durdu. Rahatsız olduğunu düşündüm, izlendiğini fark etmişti. Çevirdim gözlerimi.
On yedi gün boyunca her gün onu görebilmek için tek başıma gidip orada bira içtim. Harçlığımın tümü biraya gidiyordu. Normal şartlarda, ayda bir kere iki üç bira içen insandım. Bu on yedi günün dokuzunda kafeye geldi, bunların üçünde yine Ahmet Kaya’nın altına oturdu ve bunların çoğunda gülümsemedi. Üç, dört arkadaşıyla geliyor; her seferinde bir bira içiyordu. Dokuz gelişinin yedisinde beni gördü. Öylesine bir görme değil, beni fark ettiğini, bakmak istediğini seziyordum. Bir seferinde birkaç masaya gazete bıraktılar. Onlar gittikten sonra gazeteyi eve götürüp en ufak ayrıntısına kadar okudum. Spor sayfası yoktu. Pek resim de yoktu. Genel olarak işçi sınıfı, sömürenler, örgütlenme gibi şeylerden bahseden balya balya yazılarla doluydu. Anlamıştım, onlar solcuydu.
Pazartesi ve salı sınavlar yüzünden gidememiştim ama sınava girdiğimde bile aklımda o vardı. Okulda en saçma yerleri bile dolaşıyor, sapık gibi her ders arası kızlar tuvaletinin önünde duraksıyordum ama ona bir türlü okulda rastlamıyordum. Çarşamba, kahvaltımı yaptığım gibi kafeye koştum. Oradaydı. Tek başına, hüzünlü, asil bir kuğu gibi görünüyordu. Kapıdan girdiğim gibi bakıştık. Kalbim, solcuların tepesine inip kalkan polis copu gibi şiddetle dövmeye başladı kaburgalarımı. Uzağında bir masaya oturup bira söyledim. Çantamda getirdiğim, geçen hafta onun bıraktığı gazeteyi çıkartıp, yakışıklı göründüğümü sandığım ciddi bir ifadeyle okumaya başladım. Anlamıyordum. Sayfayı çevirirken göz ucuyla ona baktım, beni izliyor. Heyecan içindeydim. Biraz sonra sandalyesini çekti, eline birasını, sırtına kırmızı sırt çantasını aldı, masama doğru yürüdü. Ellerim, gözaltlarım terlemeye başlamıştı. Gazeteyi çıkartmak fazla iddialı olmuştu, pişman olmuştum. Belki de bana gelmiyor, tuvalete falan gidiyordur diye telaşlı heyecanımı savuşturmaya çalıştım. Masamın önünde durdu. Fark etmemiş, okumaya koyulmuş gibi davrandım.
“Pardoon,” dedi. Sesi o kadar yumuşak, kibar, ikna ediciydi ki; evini üzerime yap dese şu saniye yapardım. Böbreğinin birini bana ver dese, çakıyla çıkartır masaya koyardım. Kafamı kaldırdım, gülümsüyordu. “Oturabilir miyim?”
“Tabi ki,” dedim. “Neden oturmayasın ki?” Bu son söylediğimi gereksiz buldum. Oturdu. Kulağında biten kısa, küt saçlar yalnızca güzel, kusursuz bir yüze yakışırdı ki, onunki öyleydi.
“Rahatsız etmedim di mi ya, birini falan beklemiyosun yani?” dedi, cevabımı beklemeden de “Gerçi hep tek takılıyosun, bu kadar uzun süre birini bekliyo olamazsın herhalde,” deyip gülümsedi. Ben de güldüm. Beni fark ettiğini biliyordum, bir aydır seni bekliyorum aslında, bir sene daha gelmesen beklerim, dedim kafamda. İçimde patlayan zafer havai fişeklerini güçlükle bastırıp:
“Yok kimseyi beklemiyorum, bi, bi şey içer misin?” dedim telaşla.
“E içiyorum ya” deyip dolu birasını salladı. Panik yaptığımdan, ne diyeceğimi bilemiyordum. Yine o konuştu.
“Bizim gazeteyi okuyorsun.”
“Evet,” deyip kaşlarımı çatarak gazetemi silkeledim. Böyle yapınca okuduğumu özümsediğimi düşünür gibi gelmişti. Gazeteyi sertçe sallayıp silkelemek, ben seni yedim de yuttum ey gazete, demenin işaret dilindeki karşılığı değil midir? Umarım öyledir.
“Ama geçen haftaki sayı o,” dedi. Çantasını açtı, minik, beyaz elleriyle tuttuğu gazeteyi önüme ittirdi. “Al yeni sayısı bu,” dedi.
“Aa teşekkürler,” dedim. “Bu bayilerde satılmıyor mu ya, ben yeni sayı bulmak için alkolik olacağım valla buraya gide gele heh,” dedim. Güzel espriydi. Gülüştük.
“Yok, satılmıyor. Biz elden satıyoruz.”
“Anladım,” dedim. Pek bir şey düşünemiyor, dolayısıyla konuşamıyordum. Sadece çok, çok sevinçliydim. Biraz daha susmaya gönlüm el vermedi. “Biran bitince yürüyelim mi?” dedim. “Hava çok güzel.”
O gün yürüyüşe çıktıktan sonra her şey o kadar hızlı ve güzel gelişmişti ki… Sadece kendimden ibaret olan krallığımı yıkan bir devrim gibi aniden girmişti hayatıma. O da nasıl olduğunu anlayamadan bana aşık oluvermişti işte. Bir haftadır geceyi gündüz, gündüzü akşam ediyor, bazen içiyor, bazen müzik dinliyor, bazen konuşuyorduk. Bana uzun uzun sermaye düzeninden, işçilerden, ezilenlerden bahsediyor. Anlamıyordum. Fakat bunu önemsemiyordum da, zira sevgi anlaşmak değildi ve dahası, nedensiz de sevilirdi. Çocukluğumdan beridir, en mutlu olduğum bir haftayı yaşamıştım. Gülümsemesini her gördüğümde içimdeki çorak tarlanın üstünde kantaronlar açıyordu. Bu yüzden de gülümsemesinden sonraki söylediklerini duymuyor, bir şeylerden bahseden güzel dudaklarını kafamda çalan romantik bir fon müziği eşliğinde, büyülenmiş gibi izlemekle yetiniyordum.
Çok sıkıntılı bir perşembe günüydü. Yağmur sıcağı dedikleri cinsten bir hava, üzerimize bela gibi çökmüştü. Kıpırdamadan terliyordum. Bugün saat üçte ölen sanatçı çizimli kafede buluşacaktık. “Yoldaşlar gelecek” demişti. Yoldaş dediği kankalarıydı. Beni artık arkadaşlarıyla tanıştıracaktı. Bu hoşuma gitmişti elbette ama hem tipleri gözüm pek tutmadığından, hem de biraz heyecanlandığımdan gergin hissediyordum. Terleyen ellerimi pantolonumun yanlarına sile sile çıktım evden. Yürürken kafamda sürekli muhtemelen bana soracakları şeyleri cevapladım. Her erkek gibi, başka yabancı erkeklerle istemi dışında buluşup oturmak zorunda kalmanın gailesi çökmüştü üzerime.
İçeri girince klimanın ferah havası çıplak bir kadın gibi kucakladı beni. Yüzümdeki şaşkın, mayışık ifadeyi hemen atıp masaya dikkat kesildim: Yine Ahmet Kaya’lı olana oturmuşlardı. Acele adımlarla, tökezlememeye çalışarak yanlarına yürüdüm.
“Selamlar,” dedim. Benimki elini uzattı, tokalaştık. Bunu garipsedim, hata moralim de bozulmuştu. İlk kez beyaz bir kedi patisine benzeyen minik el beni mutlu etmemişti. Gerçi tamam, kendi kendimizeyken de öyle öpüşme falan olmuyordu ama tokalaşmayı da çok resmi, uzak bulmuştum. Bazen böyle ufacık şeylerde, olmayacak tahtası çekilen Jenga gibi dağılıp çökerdim. Bu kez olmazdı, hemen toparlandım. Önce uzun saçlı, ardından kısa boylu, esmer adamla el sıkışıp oturdum. Bira içesim yoktu, param da azdı. Sade soda söyledim.
“Bu Cem yoldaş, bu da Turan yoldaş” dedi sevdiceğim. Gülümsedim. Kankalarını pek bir meymenetsiz bulmuştum. Uzun saçlı, uzun boylu olanı kadın avcısı, piçin tekine benziyordu. Böyle adamlardan haz etmez, bir görüşte de tanırdım. Gözüm ikisini de, ama uzunu daha bir tutmamıştı. Sevecen gibi ama küçümseyen gözlerle bana bakıyordu puşt. Bir süre çocuklarla havadan sudan konuştuk. Muhabbetleri, kibirli tavırları, kendinden eminliğiyle insanı rahatsız eden bakışlara sahip bu adamlarla daha kaç zaman katlanmam gerekli bilmiyordum ama sevmiştim bir kere, artık arkadaşlarına da katlanacaktım, ne yapalım. Uzun boylu, at kuyruklu olan gırtlağını temizledi. Benle bir şeyler konuşmak istiyorlar ama belki de çekiniyorlardı. “Bak bu kız bizim kardeşimiz gibidir, ona iyi bak” falan diyeceklerdi.
“Yayınlarımızı okuyormuşsun,” dedi sıcak bir gülümsemeyle. Sesinde bir ağırlık, oturaklılık vardı. Sanki ne dese ikna edecek, en azından saygı uyandıracaktı. Beklediğim bir soru değildi, benim önemli olabileceğini düşündüğüm hiçbir şey konuşmuyorduk. Ne nasıl tanıştığımız, ne birbirimizi ne kadar sevdiğimiz, ne de yeni tanıştığın biriyle samimiyet kurmak adına yapılan o samimiyetsiz şakalar… Hiçbiri olmuyordu.
“Evet tabi, böyle tanıştık zaten. Gazete okuyorum diye yanıma gelmişti,” deyip gülümsedim. Sevdiceğim de gülümsedi. “İlk gördüğümde bu gazetelerden bırakmıştı buraya, bayan bir arkadaşıyla. O günden beri okurum.” dedim. Hiç okumamıştım. Daha doğrusu okumayı denemiştim ancak sıkıntıdan kurdeşen dökünce bıraktım.
“Kadın,” diye söylenir gibi konuştu uzun saçlı olan. Bir süre bakıştık. Bilmiş herif, muazzam gıcık olmuştum. Sen kibarlıktan ne anlarsın dingil, bir hanımefendiyle konuştun mu hiç? Kadınmış. Kadın diye mi sesleneceğim bir hanımefendiye? “Hey kadın, bakar mısın?” Oldu mu şimdi? Kızın yanında artistlik yapmaya ne gerek vardı? Belki de kanka ayağına hoşlanıyordu ondan. Kesin bir şey vardı bu uzunda, nereden nereden bir şey yakalayayım da alaşağı edeyim diye çağırtmıştı beni buraya. Kızın bana olan ilgisini, aşkını kırıp, gözünde küçük düşürüp; kendisine kalmasını sağlayacaktı. İt adam.
“Bayan-kadın mevzusunu konuşmuştuk senle” dedi sevdiceğim. Bir şey dememe fırsat kalmadan arkadaşlarına döndü. “Bir haftadır konuşuyoruz. Okuyor, öğrenmek istiyor. Doğru yerde konumlanmak istiyor. Çok iyi dinliyor,” deyip gülümseyerek soluklandı. “Örgütledim ben artık onu, öyle değil mi yoldaş?” diye şakacı bir ifade takınıp gülümsedi aptal aptal bana bakıp. Anlamıyordum, bu kendi aralarında bir dil miydi? Sevgili olunca örgütledim mi diyorlardı? Kafaladım gibi mi acaba… Düşürdüm? Uzun saçlıyla esmer birbirlerine pek de memnun olmayan bakışlar attı. Yine bana dönüp: “Öyle değil mi? Ama daha çok yolun var tabi,” diye tekrar gülümsedi.
“Ne yalan söyleyeyim, böyle şeylere pek inanmazdım ama ben ilk görüşte örgütlendim bu kıza. Sonra o da örgütlenince olaylar gelişti tabi,” dedim. Adamakıllı bir şeyler söylemiş olmanın verdiği rahatlama dalgası, yay gibi gerilmiş bedenime yayılıvermişti.
“Ne diyor lan bu?” diye sordu uzun saçlı olan, benimkine dönüp. Tamam işte, ilk tepki uzundan gelmişti, yanılmamışım. Yıkabilir miyim diye baştan aşağı bir süzdüm, zordu. Henüz hala daha kavganın vakti gelmemişti, dişimi sıktım. Üç kafa da manasız gözlerle bana bakıyordu.
“Neyi ne diyor kardeşim? Biz çıkıyoruz.” deyip kızın elini tuttum.
“Ne diyorsun sen be geri zekâlı, ne çıkması?” diye hiddetle bağırıp elini çekti. Sanıyorum bu gürül gürül, çığ gibi gelmekte olan şey, ilk kavgamızdı. “İnanamıyorum ya,” diye söylendi kafasını ellerinin içine alıp. Kızarmıştı, epey sinirlenmiş gözüküyordu. Hatta öyle ki, tüm vücudu titriyordu. Şok olmuştum, suratımı görmüyorum ama muhtemelen doğduğumdan beriki en manasız, en aptal ifadeyi takınıyordum yüzümde. Kalbim gırtlağımda atmaya başladı. “Ya sen nasıl bir insansın, konuşuyoruz ediyoruz, hiç mi beni dinlemiyorsun, hiç mi anlamıyorsun ya?” Gözleri sinirden ve şaşkınlıktan tenis topu gibi olmuştu kızın. Ne diyeceğimi bilemiyor, kızardığımı, titrediğimi hissediyordum. Kızmak, üzülmek gibi tek bir şeyle ifade edemeyeceğim türden şeylerle midem buruldu. Anlamsızlık bir ok gibi böğrümü deşip geçmişti.
“Abi herkesi partili yapmaya çalışmayın gözünüzü seveyim ya,” diye masadan kalktı uzun saçlı. Artist pezevenk.
“Kim kimi partili… Ne partisi arkadaşım? Biz çıkmıyor muyuz?” diye manasızlık kustum. Sesim kaymıştı.
“Siktir git abi ya, kafana sıçayım.” deyip o da masadan kalktı. Sevdiğim kız bana abi demiş, son darbeyi vurmuştu. En son kısa, esmer olan da kalkınca, masada en başındaki gibi tek başıma kaldım. Birer bira sipariş edip, benden en uzaktaki masaya oturdular. Bu kez ben Ahmet Kaya'nın altındaydım. Onlar da, onu ilk gördüğüm masada hararetli hararetli konuşmaya başladılar. Başım dönüyor, gözüm seyiriyor, kalbim şu ana kadarki en uyumsuz ritminde atıyordu. Patlamak üzere olan bir nükleer reaktör gibiydim, tüm yaşam sevincimi ve gücümü içimden sızdırdım.
Hayatımın şokunu yaşıyordum. Merdivenleri üçer üçer, yuvarlanır gibi indim. Ayrılmıştık. Ya da hiç mi çıkmamıştık? Kafamın içi karmakarışıktı. Başka bir iş var bunda. O kadar çıkmalarımız nereye gitmişti? Masama gelen, hayran hayran beni seyreden, gece gündüz benle bir kelime bir şey konuşabilmek için vaktini harcayan kız, bu olamazdı. Kafam hala dönüyor, gözüm kararıyordu. Hızlı hızlı yürürken, birden kaldırımın kenarına park etmiş ekip otosunun önünde durdum. Derin derin soluyor, konuşmadan bakıyordum.
“Ne bakıyorsun ulan?” dedi polis. İkisi de pür dikkat beni izlemeye başlamıştı.
“Abi size bir hususta şikâyette bulunacağım ben,” dedim. “Yalnız bir su var mı acaba?” Çenem titriyordu, o yüzden biraz kendime üzüldüm.
“Bulun bakalım hayırdır? Yok su, bakkal mı ulan burası?” Bana şüpheci, sorgulayan gözlerle bakıyorlar, belki de meczup bir bonzaici olduğumu sanıyorlardı ama buna daha fazla mahal vermeden, üçümüzü birbirine bağlayan konuyu açtım.
“Aha şu kafede üç tane terörist var abi, olmayacak planlar yapıp örgütleniyorlar bunlar. Ne kadar saygın, vatanını seven işveren varsa sövüyorlar, cumhurbaşkanımızı devirmekten, devrimden falan bahsediyorlar. Nah şuradaki kafe,” diye elimle işaret ettim.
"Nerede laa?" dedi. Arabadan inip ensemi sevdi. Rahatlamıştım.
Sevim Erdoğan
2023-05-26T18:36:06+03:00Yüreğinize sağlık 🙏
Cem Alan
2023-05-26T17:35:03+03:00Çok teşekkür ederim hocam, sağolunuz :) Yaşanmışlık yok ancak böyle tipler çok var, hepimize tanıdık...
Çok popüler oldu ya son zamanlarla hayatını kaybeden sanatçıların çizimlerini hemen akabinde yapmak, kullanmak, posterleştirmek falan, o sebeple. Mecaz barındırmıyor yani.
Sevim Erdoğan
2023-05-26T17:28:44+03:00Hocam çok keyifle, gülümseyerek okudum baştan sona. Emeğinize sağlık. Aziz Nesin hikayeleri tadındaydı. Yaşanmışlık var gibi öyküde :) Gençliğimi anımsadım, kafa kol ilişkileriyle siyasete adam çekme dönemleri vardı gerçekten. Şu kısma takıldım; "ölü sanatçılar" derken, ölmüş sanatçıları mı kastettiniz yoksa mecazi anlamı da beraberinde taşısın diye mi kullandınız
Cem Alan
2023-05-26T16:47:02+03:00beğenmenize sevindim :)
Nermin B
2023-05-26T16:41:09+03:00😊okul yıllarımı anımsattınız .
Cem Alan
2023-05-26T15:10:56+03:00teşekkür ederim hocam :)
Taha Demirel
2023-05-26T14:28:14+03:00Çok güzel bir öykü. Başkarakterin saflığı çok güldürdü beni. Baştaki umutlu bekleyiş de güzel yansıtılmış