Günlerden salı, tarihin çok da bir önemi yok. Bu satırdan değer vermediğim, kaybolmak ve yeryüzünün bir noktasına karışarak başka bir evrende gözümü açmak istediğim bir zaman diliminde olduğumu anlıyorum. Gözlerim hafiften kapanıyor olsa da bu durumun şu dakikalar itibariyle yaşandığının farkındayım; kafamdaki ağırlığın, kulağımdaki müziğin bir tesiri yalnızca. Valse dinliyorum, hayatın o kadar içinden olup da beni ürkütmeyen yegâne şey sanırım. İnişleri, çıkışları, acıyı ve bazen de neşeyi anlatıyor gibi; asıl ıstırabı piyanoya eşlik eden yaylı enstrümanlar betimliyor sanki. Valse şimdi sona erdi ve Requiem çalmaya başladı. Mozart'ın ölümün fısıltısını taşıyan bestesi. Her bir dakikası olmasa da belli bir bölümü insanı cenin pozisyonu almaya itiyor gibi. Dinleyeni, ekşi ekşi terleyen, hafif yanık tenli, genç bir adamın pişmanlıklarına ve çaresizliğine davet ediyor:
Keşkelerinin bir tesiri neticesinde sönmeye yüz tutmuş aydın'lığı, akrep ve yelkovanın devinimi içerisinde gittikçe silikleşiyor ve her bir zerresi, çölde yalın ayak gezerek bir çıkış yolu arayan zayıfça kalmış bir bedevinin son umut kırıntısını taşıyormuşcasına gökyüzüne çevrili bir şekilde duruyor; kavurucu sıcağıyla hakimiyetini ilan etmiş güneş ile adeta bir münakaşaya hazırlanıyor... Mağlup geldiği bu anlarda, sessizce ve içten içe harladığı kavurucu ateşinin çevresini etkilemesine izin vermediğini ve fakat kendisini yok etmesinde hiçbir sakınca görmediğini kabul ediyor; onu bir yoldaşmıçcasına göğsünde taşıyor. Bu hissiyatın, yaşarken çürüyüp gitmek ile arasında sağlam bir duvar görevi gördüğünü zannediyor. Tüm bunların ötesinde hiçlikten başka bir şeyin olmadığını sandığı için de duvarın çatırdayarak arkasında sakladıklarını üzerine yıkacağı zamanın çok yakın olduğunun farkına varamıyor.