Normal bir gün akışında anormal kelimelerimle karşına çıkmak istediğim vakit içindeyim Hikmet Bey. İçime attıklarım tüm benliğimi bitirmek üzereyken etmeliyim bu kelamları. Çoğu lafügüzaf olacak ama ben yine de kalan son sesimle sessizliğimi haykıracağım. Cümle cihan duymasa kaç yazar ki? Sessizliğin kulak yırtan çığlığını yedi kat gökte hissedebiliyorum. Sen söyle, ne işime yarar ademoğlunun sağır kulakları?
Aykırı hislerim bir ressam gibi dolanıyor kağıt üstünde. Önce bir kelime, sonra bir cümle derken koca bir hikayeye dönüşüyor resmetmek istediğim her şey. Ama ben bu kadar açıklık istemiyorum Hikmet Bey. Hislerimin de bir mahremiyeti olsun diyorum. Çok mu şey istiyorum?
Ama yine de "dur" diyemiyorum.
Yazıyorum Hikmet Bey. Alabildiğine yazıyorum. Doluyu, boşu. Seveni, sevmeyeni. Acıyı, tebessümü. Seni. Beni. Bizi.
Bu kadarı mahremiyete çok fazla. Ama yine de "dur" diyemiyorum.
Bazen çıkıp biraz soluklanıyorum balkonumda. Geçen insanlar acıma tanıklık etsin istiyorum. Kollarından çekip "Bakın sizi yazdım." demek istiyorum. Dinlemezlerse yahut beğenmezlerse uzun uzun anlattığım "ben"i de okutmak istiyorum. Madem duramıyorum, madem mahremiyeti koruyamıyorum; o zaman herkese her şeyi anlatmak istiyorum.
Bunları düşünürken içim içime sığmıyor Hikmet Bey. Ama balkonumun önünden geçenler öylece duran birinden başka bir şey görmüyorlar. Ya da onlar yürüdükleri yoldan bile başka bir şey görmüyorlar.
Yine haykıramadım hakikati.
Bak Hikmet Bey, birazdan bir simitçi geçecek sokağımdan. Çünkü her gün geçer buradan. Sonra insanlar geçecek üçer beşer. Kimi genç kimi yaşlı. Hepsini yazacağım. Hepsini düşlerime alacağım. Ama hiçbirinin, hiç kimsenin haberi olmayacak. Yazacağım, sileceğim. İyi, kötü ortaya bir hikaye çıkaracağım yeniden.
Bizim hikayemiz olacak.
Ama kimsenin haberi olmayacak.