Bu öykü @ucuncu ile birlikte uydurulmuş, biçilmiş ve kelimelere dökülmüştür.
İhtiyar arabasının gazını köklüyor, bir eli dışarıda tarlayı gözlüyordu, gökyüzünde uçan uçurtmaların flörtöz kuyrukları eksikti, ruhunda tamamlanmamış bir şarkı parçası vardı, bunları düşünmek midesini bulandırıyordu ve canı acımıştı. İhtiyar eline değen metalsi soğuğun kıvrımlarına odaklandı, midesi hala dönüp duruyordu, tarlada çalışan köylü kadınlar önce arabayı sonra ihtiyar kadını süzdü, ellerindeki buğdaylar yanmaya yüz tutmuş, dudaklarında küçümseyici bir ifade, burada ne işim var diye sordu ihtiyar. Uzun bir yol gelmişti, buğdaylar büyümüş altın sarısıyla gökyüzünü boyamıştı, neden burada olduğunu bilmiyordu, bildiği tek şey canının limonlu dondurma çektiğiydi, gazını kökledi araba bisiklet gibi asfaltı ağlatarak yol aldı, pencereden kafasını çıkartıp uzun saçlarını rüzgarın güvenli kollarına bıraktı, suratında oluşan gülümse uzun zamandır kayıp olan neşesine aitti. Geldiğim yol öyle uzundu ki, diye düşündü ihtiyar, buğdayları bile öldürdü, köylü kadınları gerisinde bırakırken elini içeri çekti, radyoya sevdiği bir kaseti koydu, pes ve melankolik ses arabaya doluşurken bir limonlu dondurmaya ne kadar uzak olduğunu kestirmeye çalıştı. Ağzı iyice kurumuştu ancak ritim tutan ayakları ve elleri havada kelebek gibi süzülüyor, arabanın metal kokusunu içine çekip yolculuğun keyfini çıkarıyordu, şarkı sözlerini büzmüştü, başka cümleler, başka notalar vardı aklında, alakasız ninniler ritim tutmuştu aklında, köşe bucak yollar önünde seriliyor, gökyüzü mora çalmış, geceyi çağırıyor ve bitmek bilmeyen yol hiç bitmesin istiyordu ancak bir yandan da limonlu dondurması için çıldırıyordu. Bir geyik arabanın önüne fırladı, vahşi, kabarık tüylü, aç ve kemikleri boğazında çıkıntı; ihtiyar hızla frene asıldı, saçları önünde perde gibi gerilirken arabaya çarpan geyik inledi, köylü kadınlar başlarını çevirmişti, ses öyle gürültülüydü ki şimdi herkes ona bakıyor olmalıydı, bu, şehirden gelme, zengin ve kibirli ihtiyar hanıma. Panikle dışarı çıktı arabadan, korku ve dehşet dilini boğazına kaçırmasına yetmişti, annesini istiyordu, o ne yapılacağını bilirdi, böyle güzel bir gökyüzü altında böyle güzel bir geyiğin boğazından soluduğu son nefesi soğuk havaya karışırken bu kadar hüzünlü olmak zorunda mıydı, belki annesi bunu değiştirebilirdi diye düşündü kadın. Geyiğin yanına ilişti, dizlerinin üstüne çöktü, yavaşça başını kaldırdı ve elleri arasında tuttu, kara gözleri korkudan kocaman açılmıştı geyiğin ve dipsiz bir uçurumdan ölümün kokusunu getiriyordu, ayak seslerini işitemedi, kaba bir öksürük sesiyle dünyaya döndüğünde yanı başında duran adama baktı, omuzlarına ve başına geçirdiği örtü, siyah ketenden pantolonu toprak kokuyordu, gür bıyıklarının altından ihtiyara durumunu sordu, kadın cevap vermeye çalıştıysa da konuşamadı. Aklı karışmıştı, yanı başındaki adam ve ardından gelenler, korkusunun nedenleriydi, hepsi fısıldıyor kendisi hakkında çirkin lafların söylendiğini hissedebiliyordu, oysa geyik asfaltın üstünde ölmüştü, mora çalan gökyüzü nöbetini kızıla bırakmış, karanlığın tonları sert ve keskin, yeryüzüne konmuştu, kadın panikle kendine gelince hareket etti, arabasına bindi fısıldaşmalara tuhaf bakışlara aldırmadan arabasının vitesini bire atıp geyiği ezmeden yola koyuldu, gözlerinde yaş vardı ancak istediği tek şey limonlu bir dondurmaydı. Annesinin limonları kasa kasa alışını ve kış için dolapta biriktirişini anımsadı, göz yaşları dinmek bilmiyordu, açık camdan giren rüzgar burnunu acıtırken ihtiyar neden bu yola indiğini ve bu yoldan çıkamadığını bilmiyordu, ansızın tarlaya saptı, ekinleri ve yanmış buğdayları ezerken köylülerin haykırışlarını ve küfürlerini duydu, lastikler korkunç sesler altında az sonra tamamen söndü, araba stop etti, ihtiyar arabadan indi, sert bir tekme savurdu tekere, köylüler tarlada ona doğru koşuyordu, acıyla indirdi ayağını ve ayakkabısını çıkarıp bir kenara fırlattı, bir ayağında topuklusu diğeri yalın ayak tarlada koşmaya başladı. Kafasını arkaya her çevirdiğinde kalabalık bağırıyor bir şeyler söylüyor ve durması için el kol hareketleri yapıyordu, kadın onları dinlemedi koşmaya devam etti, yaşı vardı, nefesi okyanus altında dalmış bir dalgıcın bitmek üzere olan tüpü gibi azdı, ve aniden durdu daha fazla koşamazdı, arkasındaki güruh kendisinden çok uzaktaydı, bir an kafası karıştı, kendisine doğru bakan insanların yüzlerinde korku vardı, ihtiyar, bir ses, bir uğultu duydu, ayaklarının altına baktı ve yanmış buğdayları fark etti, buğdaylar neden yanmıştı, uğultu yaklaşıyordu ve ta uzaktan bir köylünün sesi elinde meşalesini sağa sola sallarken geri dön aptal diye bağırıyordu kadın o an fark etmişti, tarlaya çekirge sürüsü musallat olmuştu, çiftçilerin yapabileceği tek şey buğdayları yakmak olmuştu ve üstüne doğru yığınla gökyüzünü karartan çekirgeler akın ediyordu, annesinin sesi kulaklarının içinde artık sana limonlu dondurma yok diyordu. Gökyüzü karanlığı altında, bulanık ve kasvetli bir resmin içinde, ihtiyar patlamış ve yanık buğdayların içindeki tekerlekten ve bir kenara fırlatılmış, çekirgelerin istila ettiği topuklu ayakkabıdan, yaşamının bir illüzyonuna bakarken yanına üçüncü sınıf bir eleştirmen yaklaştı, sizi bu resime çeken nedir diye sordu, öyle uzun daldınız ki sizin için endişelenmeye başladık, siz kimsiniz diye sordu ihtiyarın gözleri ama adam anlayamadı, ihtiyar rolüne devam etti ve kunduralarını çıkardı, çorapları post modern zemine tezat bir görüntü yaratıyordu, şimdi tüm üst tabaka ona çevirmişti gözlerini, temiz ve şık topuklu ayakkabılar, lüks arabalarından inip bu sergiye girdiklerinde, her resim başında şuh kahkahalar atıp, afili kelimelerle cümlelerini süslerken, ellerinde beyaz bir şarap yahut hafif bir viski, gözlerinin arkasında ihtiyarın varlığını belirsiz tutmaya çabaladıkları her vakit bu amansız yıpranış, ihtiyarın saatlerce kendini alamadığı illüzyonda saf bir perde niteliği görmüştü, siz güzel ve temiz olanlar, yolculuğuma davet ettiniz diye düşünmüştü, çekirgelerin istilasına, ve beni sanatla doyurdunuz, bir süre daha izledi zemindeki tıkırtıların sahiplerini ve çoraplarıyla orayı terk etti.