-Üçüncü Mektup-

İkinci mektubu okuduğum zaman öğrendiklerimden çok öğrenemediklerimin ağırlığıyla ezildiğimi hissettim. Saat de ilerlemişti. Diğer mektubu okuyacak gücü bulamadım kendimde. Zihnimin boğulduğunu, kalbimin sıkıştığını iyiden iyiye hissetmeye başladım. Mektubu bitirince bir sürü cevapsız soru doğmuştu. Mektuplarda yazanlar bir başka, bizim “aile” kavramımız üzerine bambaşka sorular. Çocukluğumda tam bir aile gibiydik. Babamın yanımızda olduğu zamanlardan bahsediyorum. O gittikten sonra her şey bir anda tersine dönmüştü. Birbirimizden yavaş yavaş koptuk ya da koparıldık. Küçük bir kar topunun yuvarlandıkça büyümesi gibi büyüdü aramızdaki ayrılık. En sonunda bu hâlini aldı işte. Üç kardeş, bir anne ve sayısız bilinmeyen…

Belki de dört kardeş demeliydim. Bunu öğrendiğimi biriyle muhakkak paylaşmalıydım. Özellikle kardeşlerim bu durumdan pek memnun olmayacaklardır eminim ki. Çünkü mirası dörde bölmek gerekecekti. Ne yapacağımı bilemez hâlde oturduğum yerden kalktım. Mektupları ararken biraz dağıtmıştım ortalığı. Her şeyi tekrardan yerleştirdim. Kutuyu da mektupları da ilk bulduğum andaki gibi bıraktım sırasını karıştırmamaya dikkat ederek. Kapıyı kapatıp dışarı çıktığımda yaz havasının tatlı sıcaklığı vardı gecede. Bu havaları çok severim, o yüzden arabayı evin önünde bırakıp yürüyerek gitmeye karar verdim. Üniversite yıllarında da yalnızlığımın değerini en çok bu havalarda ve geceleri bilirdim. Bir şarkı, bir kulaklık ve uzun bir yol… Bu gece de aynısını yapacağım. Gecede çalan şarkının önemi olmayacak yine çünkü ben kendimi gecenin serin nefesine bırakacağım. Eve geldiğimde saate bakmadım, zamanın bir önemi yoktu şu an. Oğlum uyumuş, eşim ise balkonda bu havanın tadını çıkarıyordu. Yanına kahvesini, sigarasını ve bilgisayarını almış; haberleri takip ediyordu. Birkaç gündür gündemden uzak kaldığı için huzursuz olmuştur eminim. Geldiğimi fark etmedi, kendini iyice kaptırmışa benziyordu. Isıtıcıdaki sıcak suyla bir bardak da kendime kahve yaptım, yanına oturdum. Yanına oturduğum an fark edebilmişti geldiğimi. “Aaa” diyerek ağzını açtı, aynı orantıda gözlerini açıp kaşlarını kaldırdı ta saçlarına kadar “Ne ara geldin, hiç duymamışım.” diye tamamladı şaşkınlık gösterisini. Gülümseyerek cevap verdim, kahveme baktı. “Bir de kahve mi yaptın kendine?” diyecek diye bekledim ama konuşmadı, niye konuşmuyorsun da demedi. Sustu ve işine kaldığı yerden pürdikkat devam etti. Bir süre sessizce onu izledim ve okuduklarımı düşündüm. Karımdan başka güveneceğim kimsem kalmadığı gerçeği bir balyoz gibi indi beynime. Sarsıldım, söyleyeceklerimi toparlamaya çalıştım. Kahvemden son yudumu aldığımda o da bilgisayarını kapatmaya hazırlanıyordu. Duygusuz ve düz bir ifadeyle sözün ortasından başladım.— Bir kardeşim daha varmış!

           

On saniye kadar bekledim. Hiçbir tepki vermedi. Şaşırmıştım, kafamı çevirip ona doğru baktım. Duyduğuna dair en ufak bir emare göremedim. Sonra fark ettim ki içimden geçirdiklerimi sese dönüştürmeyi başaramamışım. Gözümü tekrardan gecenin serinliğine çevirdim. Bir sürü giriş cümlesi düşündüm ama hiçbirine karar veremedim. Tekrardan döndüm eşime. Derin bir nefes aldım biraz öncekinde olduğu gibi aynı ifadeyle ama bu sefer duyulur bir yükseklikle,

— Bir kardeşim daha varmış!

           

Bu sefer duyduğundan emindim. Nasıl bir tepki vereceğini bilemediğim için kafamı ona çeviremedim. Korktum belki de. Bakamadım yüzüme. Bunca yıl sonra böyle bir şeyle karşısına geleceğimi o da beklemezdi. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Elini omzumda hissettim. Diğer elini de sağ yanağımda. Hafifçe kendine çevirdi beni, karşı koyamıyordum. Şaşkınlığını sesine yansıtmak ister gibi duyulur duyulmaz bir tonla,

— Nasıl yani?

— Duyduğun gibi. Dediğim gibi işte. Bir kardeşim daha varmış ve annem yıllarca bunu bizden saklamış.

— Ama böyle bir şey imkansız. Bunu sen de çok iyi biliyorsun. Senin iki tane kardeşin var ve baban da siz küçükken ölmüş. Öyle anlatmıştın bana. Anlattığından farklı olduğunu bilmiyordum açıkçası.

— Saçmalama lütfen. Sana yanlış ya da eksik bir şey anlatmadım ben. Ne biliyorsam, ne gördüysem onu anlattım. Şimdi de bir kardeşim olduğunu öğrendim ve onu söylüyorum. Evet, babam biz küçükken öldü. İki kardeşim var. Hepsini çok iyi biliyorum.

— Madem öyle, şimdi bu kardeş nereden çıktı?

— Mektuptan!

— ...

— Babam çalışmaya gittiği zaman anneme mektup yazarmış. Annem de ölmeden önce babamın yazdığı en sonuncu mektubu bırakmış bana. Aradım, taradım önceki mektupları da buldum. Bir kardeşim daha olduğunu öğrenince diğerlerini okumaya cesaret edemedim. Bıraktım hepsini ve kalkıp yanına geldim.

           

Kendime geldiğimde eşim ve oğlum başımda ağlıyordu. Gece bayılmışım, komşuların da yardımıyla zar zor odaya taşımışlar beni. Sabaha kadar da deliksiz bir uyku uyumuşum. Uyandığımda başımda tarifsiz ve dayanılmaz bir ağrı hissediyordum. Bir bardak su istedim. Kalkmak istediğim hâlde bir türlü vücudumu kaldıramıyordum. Birkaç kez denedim ama başaramadım. Eşimin yardımıyla biraz doğruldum. Elini tutup kulağına fısıldayabildim. Mektupları getirmesini istemiştim ondan. Arabanın da evin önünde olduğunu söyledim. Yerini tarif ettim ve gitti. Bu bekleyiş ne kadar sürerdi bilmiyorum ama bana yıllar kadar ağır geleceği kesindi. Bekledim, doğruldum, yattım ama hep bekledim. Oğlum başımdan ayrılmıyordu, düşünceli bir ifade vardı yüzünde. Yanıma aldım onu da yatırdım. Kafasını göğsüme dayadı, sarıldım ve hemen neredeyse horlamaya başladı. Bir öpücük kondurdum saçlarının arasına, babamın buna hiç fırsatı olmamıştı. Ağzımı, saçlarından uzun bir süre çekmedim, doyasıya öptüm. Kapının sesini duyduğumda bir anda vücuduma can geldiğini hissettim. Eşim odanın kapısında görününce hele bayılacak gibi oldum. Eşim çocuğu alıp koltuğun üzerine yatırdı, bana da kutuyu verdi. Kucağıma aldım kutuyu, ipi eğreti tutturmuştum, hemen çözdüm. Bir sonraki mektubu aldım. Bu yazılış sırasına göre ikinci mektuptu ama benim okuduğum üçüncü mektup olacaktı. Bu mektup da diğerleri gibiydi. Üzerindeki yazılar, pullar ve sayı. Kutuyu yatağın boş kısmına koydum, mektubu çıkardım. Katlanmış hâlini düzeltip okunacak duruma getirdiğim an eşim elimi tuttu, gözlerime uzunca baktı. “İstersen ben okuyayım.” dedi ama ben okumak istiyordum. Ne hissettiğimi tarif edemiyordum, başladım.

           


“Mektubunu alır almaz gelmek istedim. Kendime zarar vermekle ortalığı yakıp yıkmakla tehdit ettim. Defalarca küfürler savurdum. Ama bu gavurların gözünü para tamamen kör etmiş, etmiş ki hiçbir sebeple müsaade etmediler. Zorla tutuyorlar beni burada ama merak etme sakın, iyiyim ben yine de. Demek sonunda bunu da yaptılar. Hem bizi ayırdılar hem de çocuğumuzu elimizden aldılar. Bu canilerin gözü dönmüş iyice, sizi tez vakitte oradan aldıracağım. Onların eline bırakamam. Detaylı yazmamışsın ama tahmin ediyorum. Sana çok zarar verdiler, biliyorum. Allah kahretsin, hepsi benim suçum! Karnındaki suçsuz bebeğimizin ahı onların yakasını bırakmasın inşallah! Tez vakitte aldıracağım sizi, selametle!”

          

Mektubu bitirince ikimiz birden ağlamaya başladık. Demek kardeşim daha doğamadan ölmüştü. Annemin karnında, kim bilir can bulmasının kaçıncı gününde. Bütün temizliğiyle, günaha bulaşmamış fasulye kadar olgunlaşamamış bedeniyle çekip gitmişti. Kardeşimin akıbeti, annemin uğradığı zulüm beni iyice yaraladı.

Caniler, caniler! Nasıl olur da bunlardan haberimiz olmamıştı, anlayamıyorum. Çocuklukta insan bu kadar mı kör olur? Kendime kızıyorum; babamdan, doğamamış kardeşimden, annemden utanıyorum. Hiçbirinin yüzüne bakacak yüzü bulamıyorum kendimde. Adlarını dahi anacak cesareti bulamıyorum. Keşke diyorum anne, bu mektupları bırakmasaydın!

 

Haziran 2020 / Taşlıçay