Diyarbakır'dan beş yaşında göç ettiğimizde ardımızda neleri bıraktığımızı, önümüzde bizi nelerin beklediğini bilmiyorduk. Hiç kimsenin umurunda olmayan ve muhtemelen olmayacak bir şehirlerarası otobüste, hayatımızın en uzun ve hâlen devam eden yolculuğunda, geleceğimiz, yollar gibi pusluydu. Hayır! Yollar, geleceğimiz gibi pusluydu aslında. Kendi kaderine zar atmış kavruk tenli bir babanın heybetli kollarında, üç taşra cühelası, anam, ağabeyim ve ben. İlk kez yediğim o tuzlu krakerin tadını size anlatabilseydim keşke. Meğerse istifra edilmesin, bu hayalet göç aracının, kirlenmesin diyeymiş koltukları. Oysa, boş bir mide hiç istifra eder miydi? Bilmem. 


Yanık mahsül buğday tarlalarından yayılan tandır kokusu; kimsenin görmediği, biriktikçe yakılan taşra çöplüğünün gökyüzüne bıraktığı is; tanrı işi gece lambası ayın altında sessizleşen kumlu yollar ve kimsenin bahsetmeye yeltenemedeği aile içi yıkımlar, kahrolmuş hayatlar, doğmayan çocuklar, ölmeyen zalimler. Yazılacak, çizilecek ve hiçbir zaman anlatıldığı kadar hissedemeyeceğimiz ömürlük hikâyeleri bırakıp, bambaşka bir dünyaya gelişimizin üzerinden neredeyse çeyrek asır geçti. Yirmi küsur yıldır soluduğumuz gurbetin buğday kokusunu andıkça, zihnimde çıplak bacaklarında yaralar bağlamış çocukların kirli yüzleri belirir. Terbiye için atılmış dayaklardan yaralı vücutları belirdikçe zihnimde çocukların, işte anlarsınız. Doğduğu değil, terbiye olduğu yerdir memleketi insanın. Oysa, az önce de söylemiştim; hayatımızın hâlen devam eden bu yolculuğunda bizim memleketimiz neresi? 


Yoksulluk kamçısına sırtımızı gererek geçirdiğimiz bu uzun yılların bereketi elbette saracaktı yaralarımızı, biliyorduk. Nitekim doğrulan sırtımıza artık yumuşak şilteler de koyuyorduk. Zaman lehimize işlemese de, şükürün imtihanına maruz kalmanın verdiği boynu büküklük bizi adam etmiş, babam artık mıknatısla boz dolabına asılı duran aylık harcama listesini kaldırmıştı. Hatta artık derin dondurucumuz bile vardı. Bilirsiniz, derin dondurucu daha çok erzak demektir. Huzurlu bir hayat kurmanın tüm yükünü sırtlamıştık. Bize, tanrısal bir bereket yağmıştı. Komşuların artık oyuncakları, yırtık elbiseleri, yoksun eğitim hayatımız ve memleket çıkmazımız, hepsi kadere helal olmuştu.


Henüz terbiye olmuş muyduk bilinmez, ama yıllar sonra, yani yıllar önce yamuk yazması, heceli okuması olan bir kadının, sadece maaştan maaşa para sayan bir adamın ve kollarına aldıkları iki memleketsiz çocuğun yeni ısınmış yuvasında yükselen çirkin ağlama seslerine, uykusuz gecelere, taze süt kokusuna, kangren bacaklara, sarılık tehdidine ve bitmek bilmeyecek bir sevgiye verdikleri isim, Vatan'dı. Yirmi yaşımda onun kundaklı vücudunu tutarken burnuma gelen süt ve buğday kokusunu, boynunu ne zaman öpsem alırım. O, buğday kadar vahim, süt kadar saf bir vatan kokusu benim için, bizim için. Kardeşim Vatan, ailemizin altın çağında bize nadas bir rahmin armağan olarak bahşettiği bir şükür mahsulüydü. Ve biz asıl memleketin ne olduğunu onunla öğrenmiştik. 


-Kocaeli/Darıca