Kıblemin Etna Yanardağı'na doğru olduğu zamanlardı. Dönüp dolaşıp geri döneceği yeri bilen bir köpek gibiydim.


Kınından çıkarılmış bir kılıç gibiydim. Binlerce bedenin içinden, binlerce farklı hikayenin doğup büyüdüğü ve sonunu benim getirdiğim hayatların içinden geçsem de geri döneceğim yerin kın olduğunu bildiğim zamanlardı.


Büyük iştahlarla oturulan şah sofralarındaki tereyağlı bir ekmek gibiydim, milyonların taptığı Tanrı tarafından yaratılan, milyonların dizine kapandığı şahların midesinden geçsem de tekrar bokun içine gömüleceğimi bildiğim zamanlardı.


Binbir farklı surette, binbir farklı hikayedeydim. Hepsinin sonunu biliyordum, hepsinin sonunu ben yazmıştım.


Yeni bir yolculuğa çıkarken gideceği yeri bilmeyen köleler gibiydim.


Zalim tüccarların nasırlı ellerinin ucunda tuttuğu zincirlere bağlıydı kaderim. Ancak tüccarın kaderini de ben yazmıştım.


Ben bana en yakın olan şeydim. Hepimize yakın sandığımız şeydim aslında. Tanrının ta kendisiydim.


Tanrının ta kendisi olmam yanılgısı hakkında hiçbir fikrim olmadığı zamanlardı.


Özgür irade sahibi ve kaderini kendi yazdığını düşünen her fani gibi kendimi Tanrı zannederdim.


Tanrı tarafından unutulduğunun, hatta Tanrının sarhoş bir sincap olduğunun yani asla var olmadığının, var olmayacağının farkında olmadığım zamanlardı.


Her gece evde annesini banyoya kapatıp döven bir babanın kızıydım. Bazı geceler uyurken Tanrı'ya da iyi uykular dilerdim. Benim uykum kaçardı, Tanrı'nın zaten hep uyuyor olduğunu bilmeden.


Sonraları antik çağda bir mamut olurdum. Yeni yeni iki ayak üstünde duran insanları görürdüm. Tanrıyı icat edecekleri günü merak eder dururdum.


Ben, hiç var olmamış Tanrı'ya gereğinden fazla inanmış olan ben.


Ben ki karlı dağların zirvelerinde ölü dağcılara rahmet okuyan keşiş, ben ki Asya'nın çorak tepelerinde kıçından binbir öğreti sıçan bilge,


ben ki bir grup dazlağın taptığı milyonların katili,


ben ki çelik gibi kolları, kısa ve küçük dudakları, büyük zihinleriyle tapındığını tanıdığını zanneden bilge bir ağacın müridi,


ben ki çölün ortasında tek başına duran, yüzyılların hüznünü heybesinde taşıyan, kabilelerin cani savaşlarını görmüş geçirmiş ama hepsinden öte kopup geldiği yıldızdaki o karanlık evini özleyen bir kaya parçası,


ben ki, soluk benizlilerin kanını yüzlerce yıl, binlerce kilometre taşımış, her gün bir başka akan o nehir,


ben ki o nehirde altın arayan açgözlü bir insan,


ben ki Tanrı'yı tanımayan, duymayan, onu kabul etmeyen, yüksek egosunun üstüne koyamadığı, içindeki boşluğu onunla doldurmayı reddettiği aydınlanma çağı lejyoneri,


ben ki Roma'da bir paralı asker, altın sikkeleri kadınların ve çocukların canından üstün tutan, aslında Tanrı'ya en yakın olan ben,


ben ki evrendeki tüm ihtimaller bir araya gelse yalnızlığını dindiremeyecek bir yazgı yazarı,


merhaba ben Tanrı! Tereyağlı bir ekmek kadar önemsiz, eşini döven bir erkek kadar güçsüz, çocukları öldüren bombalar kadar her yerdeyim.


Merhaba ben Tanrı!

Ben sarhoş bir sincabım

.


Peki ya sen?

Sen hiç sarhoş bir sincap gördün mü?