Bir metropol akşamını bütün çirkinliğiyle seyretme ayrıcalığına nail olmuş olarak yazıyorum. Cellat olmayı reddeden bir kurban ve kurban olmanın kaçınılmaz vergisi olan her şeyi anlamanın acısıyla yazıyorum. Bunu da bütün ötekiler gibi kendime yazıyorum. Ve yalnızlığımın mahzenlerinde kendimin bile bilmediği gizil güçlerle sırlaştırılacağı ve belki de hiçbir zaman keşfedemeyeceğim muğlak yerlere salıvermek üzere yazıyorum.
Giriş: Kaçınılmaz Monolog
Sağ elimde, henüz ateşlendiği namlunun ucundan tüten dumandan ve acımtırak kokusuyla burun deliklerimi yakışından belli olan bir silah, sol elimde ise çöpü boylamaya layık uzunlukta bir kalem ile ne yapıyorum? Öldüm mü yoksa? Üzerinde oturduğumu sandığım iskemle aslında tabutum olmasın? Bu yakıcı barut kokusu kendi leşimden mi geliyor? Ya bu ayaklarımın altındaki zemini zapt eden kan? Yok, hayır, vakit paniklemek vakti değil. Durup düşünmeli. Sanki bir travma sonrası
halet-i ruhiyedeyim ve içimde büyüyen alevlere bakılırsa yeni bir travma kapımda.
Birkaç dakika öncesine dair zihnimde hiçbir veri yok. Bu odaya nasıl geldim? Zaman benimle alay ediyor. Bir şeyler geri sarıyor, bir şeyler ileri. Başım mı dönüyor, yoksa kahrolası diğer her şey mi? Şu köşedeki pencereyi ilk kez görüyorum. Ayağa kalkmalıyım ama felce uğramış gibiyim. Zorlamalıyım kendimi. Hayatımın her adımında zorlandığımı hissediyorum. Hayatım? Benimki kimin hayatıydı? Zihnimin bulutları dağılıyor. Bir ilk hakikate kavuşmuşçasına doğruluyorum iskemleden. Sonra nasılsa pencerenin önünde buluyorum kendimi. Zaman kesik kesik akıyor, arada boşluklar var. Ve nihayet görüyorum devasa bir beton yığınını, göz alabildiğine uzanarak, alamadığına devam ettiğini müjdeleyen. Evangel!
Mono-diyalog
Bundan yaklaşık iki yıl öncesiydi. Lethe yolu üzerinden şehre gidiyorduk. Yolumuzu aydınlatan hiçbir ışık yoktu istiflendiğimiz otobüsün farlarından başka. Vakit gece yarısı olmalıydı. Yolculuk için özellikle mi bu vakti seçmişlerdi, bilmiyorum. Ama bir şeylerin bizden gizlenmek istendiğine adım gibi emindim. Adım mı? Her neyse…
Otobüste kimse kimseyle konuşmuyordu. Yanımda oturan, kendi koltuğundan taşıp benimkini işgal edecek kadar şişman olan adam dahil herkese bir suçluluk havası sirayet etmişti: başlar aşağıda, gözler ayaklarda, yüzler asık. Böylece bir süre devam ettik.
Şehre ilk gelişim miydi, hatırlamıyorum. Neden buradaydım, bilmiyorum. Yine de önceleri buraya geldiğimi anımsar gibi oluyorum. Dejavu!
Bir yer düşün ki herkes oraya gitsin ama hiç kimse oradan dönmesin. Evet, yoldaki tek otobüs bizimkisi değildi, sayamadığım kadar çoktular. Yığınlar halinde şehre giriyorduk ama yolun aksi yönü bomboştu.
Gittikçe büyüyen binaların arasından geçtikçe şehrin kalbine doğru gittiğimizi anladım. Yolcular kıpırdanmaya, etraflarına bakınmaya başlamışlar. Bense manzaralara hapsolmuştum. Çirkinlik ancak bu kadar iyi tasarlanabilirdi. Uyumsuz, gri yapılar, gürültü, aracın camından sızmaya can atan pis kokular ve bunların arasında mahşer günü hengamesinin figüranları olan insanlar… Dalgınlığım, tam da açık sulara varmışken fren sesiyle aniden kıyıya vurdu.Mekanik bir tonda, “Lütfen araçtan sırayla dışarı çıkınız.” diyordu birisi. En son ben çıktım.
Loportem Caddesi
Oldukça iyi giyimli bir bay bizi otobüsten iner inmez karşıladı. Esmer, orta boylu, bembeyaz dişleri olan bir adamdı. “Metropole hoş geldiniz!” Hepimiz mağrur bir ifadeyle ona bakıyorduk. Devam etti:
“Sevgili yolcular, artık yolculuğunuz sona erdi. Ya da dilerseniz bundan önce olduğunu sandığınız şey, bir yolculuk değildi ama şimdi yolculuğa başlıyorsunuz diyelim. Fark etmez. Neticede artık buradasınız. Ve buralısınız. Sayıca sayılamayacak kadar çok olsanız da hepinizi özenle seçtiğimize, dolayısıyla bizim için her birinizin ayrı ayrı değerde olduğunuza emin olun.”
Ardından başını hafifçe eğerek selam verdi ve bizden sonra gelen araçların yanına gitmeye koyuldu. Daha sonra kırklı yaşlarda, takım elbiseli ve hiç gülümsemeyen bir kadın “Lütfen beni takip edin, kalacak yerlerinize kadar size eşlik etmek için görevlendirildim." dedi. Bense etrafa bakınmaya devam ediyordum. Derken bulunduğum caddenin adının, yolun solundaki tabeladan,Loportem Caddesiolduğunu öğrendim. Bu cadde, oldukça geniş, çok şeritli bir yola sahipti. Yolun her iki yakası da çeşitli dükkanlarla doluydu. İnsanlar ise karınca sürüleri gibiydi. Cadde Amaç 1, Amaç 2, Amaç 3 (...) diye tabelalandırılan kollara ayrılıyordu. Bu sokaklara, belki de eşit sayıda insan sürüleri akın ediyordu. Bir bankta ayaklarım üstünde bir müddet bu curcunayı izledim. Sonra da öndeki memurenin hareketlenmesiyle grubumun arkasına takıldım. Amaç 13 sokağına girdik ve birkaç bina sonra grubuma tahsis edilen, yanlış saymadıysam 13 katlı binaya giriş yaptık.
Neden yalnızca bunları hatırlıyorum? Hatırlanmaması gereken şeylerin zihnimi ele geçirdiğini hissediyorum. Belki de pencereden dışarıya hiç bakmamalıydım. Güneş bütün pisliği teşhir ediyor. Gözlerime yazık.
Biri vardı, kimdi o? Bir arzu doktoru… Yok, hayır, ona istenç memuresi diyorlardı. Maksadı kötü istençlerimizi tespit ve imhaydı. Düzenli olarak görüşürdü benle. “Anlat.” derdi. Sanırım şüphelenmişti benden. Çıkmak istiyordum çünkü kentten. Ve arkama bakmadan uzaklaşmak, sonu bilinmeyen yollara doğru…
Metropol’de herkesin bir işi vardı. Benim de öyle. Bir pazarlamacıydım. İnsanlara ihtiyaçları olmayan ev gereçleri satıyordum. Doğrusu, satamıyordum. Bu işte oldukça iyi olan bir de ortağım vardı. Adını hatırlamıyorum. Şehirle oldukça uyumlu biriydi. Pek konuşmazdık, gerekli olmadıkça. Bir müşteriye sinirlendiğinde topuğunu yere vururdu. Bu olduğunda pek yaklaşmazdım yanına. Sonra bir gün, “Memnun musun hayatından?” diye sordu. Ne diyebilirdim ki? Nedense kalbim hızla çarparak “hayır” demeye zorluyordu ama tuttum kendimi. Daha sonraları, sıradan konular hakkında konuşmaya ve birlikte daha çok vakit geçirmeye başladık. Sanırım bundan sonra etraftakilerin dikkatini çektik. Neden rahatsız olduklarını bilmiyorum. Birkaç hafta sonra memurlar bana başka bir ortak buldular. Şehre girerkeki yol arkadaşım olan, o et yığınını…
Artık dayanamıyordum şehre. Sokağımda iş sonraları amaçsızca dolanıyordum. İnsanlar midemi bulandırıyordu. Ve bir gün dayanamayıp yeni ortağıma içimi döktüm. “Şehirden çıkmak istiyorum” dedim. Oldukça kendinden emin bir ifadeyle “Ama nasıl çıkılacağını bilmiyorsun.” diye tamamladı içimden taşanı. “Evet!” diye haykırdım. “Sen biliyor musun?”“Tabii ki. Bunu herkes bilir. Ama ilk seferde başarabileceğini garanti edemem. Dilersen bu konuda bir uzmanla görüş. Sana adresini verebilirim.”“Elbette.” dedim. Cebinden çıkardığı eski bir faturanın arkasına adresi yazdı: Loportem Caddesi, Amaç 1 Sokak, 1 numaralı apartman. Kağıdı kaptığım gibi yola koyuldum.İşlerin bu kadar kolay hallolacağını bilmiyordum. Yine de etraftaki memurların gözüne batmadan ilerlemeye çalıştım.
Sanki hiç bulmadığım özgürlüğe gidiyordum. Amaç 1 sokağına girdiğimde derin bir nefes alıp ilk sıradaki binaya giriş yaptım. Beni karşılayan memureye çıkış için geldiğimi söyledim. O da gülümseyerek, 7. kata giderek istediğim sonuca ulaşabileceğimi söyledi.
Oda
7. katta, uzun koridorun en sonunda, tek bir oda bulunuyordu. Ağır adımlarla şimdiye kadarki metropol yaşantımın tek amacına doğru ilerliyordum.
Kapıyı çaldım, ama diğer taraftan ses gelmiyordu. Beklemeye tahammülüm yoktu. Bekledim. Birkaç dakika sonra gelen o ses, benliğimin her zerresini sarsmaya yetti: “Kapı açık, içeri buyurun.” Bu oydu. İlk iş ortağım. Kapıyı titreyen ellerimle yavaşça ittim. O güzel sarı saçları önünde, kollarını bağlamış, iskemlede oturmuş ve gözlerini bana dikmişti. “Hoş geldin.” dedi. Bu kendinden emin ifade karşısında diz çökmek üzereydim. Bedenim hükümranlığını ilan etmişti, benim değildi dudaklarımdan akan sözcükler. “Senin burada ne işin var?” sorumu bekliyor gibiydi… İskemleden kalkıp eliyle yerine oturmamı işaret etti. Çaresiz, oturdum. “Benim görevim, çıkmak isteyenleri tespit edip, onlara bu konuda yardımcı olmak.”“Peki.” dedim, “Ortağımken de bu görevini mi yerine getiriyordun?”“Evet.” dedi. Gücüm kalmamıştı.O devam etti: “Metropolden çıkmak istediğine emin misin?” Titreyen başımı ‘evet’ anlamında öne eğdim. Bunun ardından hemen yanımda duran masanın üzerindeki silahı işaret ederek: “Yolu biliyorsun. Dilersen kendin çıkabilirsin. Eğer istersen ben sana yardımcı olabilirim.”
Ruhumun buhar gibi havalandığını hissediyordum. Sıradaki cümle ruhun tiz sesiydi: “Ama ben sana aşıktım.”
Duymadı. Bir sürelik sessiz duruşmadan sonra, takatsiz kalmış kollarımla destek yaparak sol elimde tuttuğum silahı aşık olduğum kadına doğrulttum. Çığlık atar bir ses tonuyla “Ne yapıyorsun sen!” diye haykırdı. “Seni burada bırakamam.” dedim. Beklenmedik eylemime kıvrak bir hamleyle karşı koyacağını sezinlediğim anda, bütün gücümle silahı defalarca ateşledim. Olduğu gibi yere yığıldı. Altın saçları kırmızıya boyanıyordu. Güzelim! Canım!
Evet, işte her şeyi hatırlıyorum. Bana uygun görülen her şeyi… Şimdi, sevgilimin ardından, çıkış yoluna koyulma zamanı.