Yaşamın ve Ölümün Ötesinde 


Ölüm. Bir Rendan'ı anlatmak için gereken tek kelime bu olsa gerek. Bir Rendan öldürmek için yaratılır, doğar ve yetişir. Yaşamın güzelliği bir Rendan'ın silahının ucunda solar. Tek zevkleri can almaktır. Varlıklarının nihai ve yegâne amacı, başkalarının varlığına son vermektir. En azından insanlar böyle inanmayı seçiyor. 


Benim fikrimi merak ediyorsanız, açıkçası, cevabı ben de bilmiyorum. Bir Rendan olarak sayılabileceğimden bile emin değilim. Ailem, ismim, özgürlüğüm... Hepsi benden alındı. Bu yüzden kendimi bir Rendan olarak tasvir etmek, pek doğru olmaz herhalde. Uzun süre düşündüm bunu, “Rendan'ım ben!” diye. Sonuçta Rendan olmasam, ismi bile olmayan birisi olarak, tek olacağım şey, aşırı başarılı, soğukkanlı bir katil olurdu herhalde. Bunun farkına varmam, görece uzun sürdü aslında. Gerçeklerle yüzleşmekten hep korkmuşumdur. Bütün bu yalanlarla kendimi avuturken bir kahraman olduğumu düşünmüştüm. Gerçeği arıyordum ben, önüme nasıl bir engel çıkarsa çıksın, hepsini aşacaktım! Kaderin cilvesidir ya, en büyük yalan da buydu belki de. 


İnsanlar, kendileri dışında bir şeyleri suçlamaya bayılırlar. Rendanlar da öyle. Kötü bir şey yaptığımızı düşündüğümüzde Tanrı'dan af dileriz, şeytanı suçlar, onu taşlar, belki kendimizi kırbaçlarız, hatta bakire kızlarımızı tanrıya kurban ederiz. Fakat bu fiziksel acı, tecrübe edilmesi gereken zihinsel acıyı törpüler. Kızını kaybetmekten doğacak olan acıyı, Tanrı'nın seni bağışladığı düşüncesi yok sayar. Bütün bunları yaparak kendimizi avuturuz. Sonuçta çaresizlik içinde olduğumuz zaman başkasını suçlamak, yapabileceğimiz en basit şeydir. Canavar yaratmayı çok severiz. Bazıları canavarların olmadığını, ne yaparsa yapsın tek sorumlunun kendisi olduğunu anlayacak kadar şanslı azınlıkta olur. Çoğu bunu bir lanet olarak görür. Bana kalırsa... Ah, unutun gitsin.  


Canavar yaratmak. Sanırım günahların en büyüğü bu olmalı. İçindeki canavarın farkına vuramadan başkalarını canavarlıkla suçlamak. Böylelerini suçlamak istemesem de bana eski halimi hatırlatıyorlar. Bu bile onlardan nefret etmem için yegâne sebep. “Geçerli” bir sebep olup olmadığını ise düşünmek istemiyorum. 


Ama bütün bu kötücül davranışların arkasında, çok basit fakat bir o kadar kusursuz bir sebep var. Korku. Korku katilidir aklın. Aklını çeler, varlığını değersiz hale getirir. Onu fethetmek, çok azına nasip olan bir ihsandır. Üzülerek söylüyorum ki hiçbir zaman o ihsana sahip olamadım. Bütün hayatım boyunca korkuyu fethetmek, korkunun kendisi olmak için çalıştım. Fakat hiçbir zaman peşimi bırakmadı. Ben mutluluğu, sükûneti aradıkça çaresizlik gibi korku da yakamdan çekiştirip arkamdan seğirtmeye devam etti. 


İktidar aşkı ile yanıp tutuşurken kendi içlerimizdeki iktidarı sağlayamayız. Dizginler asla onların elinde olmaz. Belki de bu yüzden devamlı birilerini suçluyoruzdur. Askerlerimizi, yöneticilerimizi, içimizdeki şeytanı! Suçu başkasında bulduktan sonra, cezasını çeksek bile, neye yarar ki? 


Uğruna ölebileceğim ideallerim için birçok kişiyi öldürdüm... Hak edenler... Ve hak etmeyenler. İkisini ayıran tek şey, yavaş yavaş ya da çabucak ölmeleriydi. Ölmeyi hak edenler bazen çabucak, huzurlu bir şekilde öldü; hak etmeyenler ise... Yavaş yavaş. Belki de benim lanetim budur ha. Mutluluk denilen o engin denizi görebilmek için dört bir yanı kasvetli rüzgarla çevrili, yağmur damlalarının nefretle saçıldığı ve kızgın, ateş gibi cehennem toprağına benzeyen kurak toprakları aşmam gerekiyordur belki. Maalesef, buna inanmıyorum. Bütün kalbimle buna inanmak isterdim... Gerçekten isterdim. 


Cennete de inanmak isterdim. Herkesin mutlu yaşadığı, iffet diye bir şeyin olmadığı, çünkü namussuzluk diye bir şeyin var olmadığı güzel bir diyar. Kulağa gerçek olamayacak kadar hoş geliyor. Herkes bunu hak etmese de -ki ben kesinlikle hak etmiyorum- öyle bir yerin varlığını canıgönülden isterdim. Katlettiğim o masum ruhlar beni affederdi belki... İşte bu, belki lanetli hayatıma bir anlam katardı. 


Biliyor musun, eskiden onlarla Araf'ta görüşeceğimi düşünürdüm. Son bir yüzleşme. Sonra ikimiz de mutlu bir şekilde cezamız neyse onu çekmeye gidecektik. Tabii ki herhangi bir ceza çekeceğimi düşünmezdim. Kulağa güzel geliyordu... Fakat şu an, canlarını alırken gözlerinin içine bakmaya dikkat ettiğim kişilere bir kez daha bakma düşüncesi, tüylerimi ürpertiyor. Onurlu askerler, ülkesine hizmet etmek isteyen delikanlılar ve onlardan aşağı kalır yanı olmayan, masum mu masum genç kızlar. Gözyaşları içinde, ölmeyi bekleyen küçük çocuklar... Beşikteki bebekler! Ve elinde güzel mi güzel kılıcı olan ben! Son gördükleri manzara işte buydu. Onlara iğrenmeyle bakan, kutsallığa giden yolda son basamaklarını aştığını sanan genç, aptal bir delikanlı. Ne iğrenç bir manzara olsa gerek!  


Kılıcı ilk elime aldığımdan beri önemli birisi olacağımı biliyordum. Düşmanlarımın kanını akıtmak için idmanlarda kendi kanımı akıtıyordum. İnancımı korumak, ailemi onurlandırmak, anlarsınız ya. Fakat bir kahraman olacağımı düşünüyordum, bir canavar değil... Düşününce, hâlâ önemli sayılmam herhalde. Önemli olanlar, kahramanlardır. Ve bu beni derinden yaralıyor. Aslında, önemli olmadığımızı anladığımızda neden bu kadar hayal kırıklığına uğruyoruz ki?  


Babam bana bir keresinde, “Birisinin canını almadan önce, onun gözlerinin içine baktığından emin ol. Eğer bunu yapamıyorsan belki karşındaki ölmeyi hak etmiyordur.” demişti. Bu sözü, o an için, kalbime işlemiştim, bunu gerçekten yapmıştım. Ama o gün, bunların hiçbirini uygulamadım. Gözlerinin içine bakıyordum elbette, ama onlara huzurlu bir ölüm getirmek isteyen bir melek olarak değil, tiksintiyle bakan bir iblis gibi. Soğukkanlı bir katil edasıyla hepsini kılıçtan geçirdim. Çılgın gözlerle, ay ışığında parlayan, cesetlerinin kanı yüzünden “Mea’vin Denizi” gibi kırmızıya bulanmış pelerinimle! En kötüsü ise, keyif alarak... Hayal etmenizi istiyorum. Bunu o kadar istiyorum ki, kelimelerle anlatamam. Ama bunu yapmayacağım. Kendi acımı dindirmek istemiyorum. En azından, daha fazla dindirmek istemiyorum. Zaman, her şeyin ilacıdır sonuçta... 


Hayatımın çoğunu şükrederek yaşamıştım. Benden daha kötü durumdakilere, benden daha güçsüzlere acıyarak yaşamıştım. Meğer birisine yapılabilecek en kötü saygısızlıkmış. Başkasının çaresizliğini gördükten sonra, kendi çaresizliğine şükretmek! Bu da canavar yaratmak gibi, ölümcül günahlardan birisi bana kalırsa. 


Heavell dünyasında, herkes hayatta kalmak için savaşır, sever, nefret eder. Herkes, bunların hepsini kendinden emin bir şekilde, eksiksizce yerine getirir. Ve aslında, herkes bir katildir. Kimileri bunu fiyakalı bir “Ren Tekniği”yle, kimisi kusursuzca gerçekleşmiş bir hançer darbesiyle, kimisi ise saydıklarımın hepsinden daha ölümcül olan, kelimelerle gerçekleştirir. Birçok kez ölüm tehlikesiyle burun buruna gelmiş birisi olarak söyleyebilirim ki, hiçbir kılıç darbesi kelimeler kadar acıtmadı canımı. Ne bir kılıç yarası ne de bir ejderha soluğu! 


Bana bıyık altından güldüğünüzü biliyorum. “Duyguları olan bir Rendan mı, daha neler!” diye içinizden geçiriyorsunuz. Sanırım bu lafları hak ettim. Yaptıklarımla, düşündüklerimle ve en kötüsü, yapılmasına göz yumduklarımla. 


Herkes bir şey uğruna yaşar bu hayatta. Kimisi sevdikleri için, kimisi idealleri, kimisi inançları için. Ama kimse bugün için yaşamaz. Ya geçmişte yaşadığı anılarda takılı kalır ya da geleceği düşünmekten kendini alıkoyamaz. Ama kimse, bugünü yaşamaz. 


Eğer bir savaş gazisi değilseniz, çoğumuz yarın için yaşarız aslında. Gece yattığımızda yarını pek düşünmeyiz. Ama içten içe biliriz: Yarın uyanacağız, kahvaltımızı yapacağız, sevdiklerimizle vakit geçireceğiz ve işimiz her neyse onu yapmaya gideceğiz. Uzun vadeli planlar yaparız ama o zamana kadar hayatta olamayabileceğimiz düşüncesini aklımıza getirmeyiz.  


İşte bu düşünce, beni içten içe öldürüyor. Çünkü artık biliyorum ki, birisinin canını aldığın zaman, sadece onun canını almazsın. Sevdiklerinin, geçmişinin, geleceğinin, anılarının, hedeflerinin, inançlarının canını alırsın. Bu lanetli düşünce, beni kemiriyor. Hayatının tek bir kılıç darbesiyle son bulduğunu düşünmek. Her şey anlamsız geliyor. Kozmosta uçuşan küçük bir toz zerreciği kadar değersiz, yapayalnız olma düşüncesi, beni öldürüyor!  


İyinin ve kötünün ötesinde bu düşünce. Zehri damarlarımda dolaşıyor, beni prangalara mahkûm edip özgürlüğümü elimden alıyor. O soğuk, kemiklerimi donduran, üstüme karabasan gibi çöken prangalardan kurtulmak isterken onların arkasından seğirten kabuslar eritiyor zihnimi. Kulağıma bir zamanlar senfoni gibi gelen çelik sesleri, kılıcın eti delip geçtiği, yaşadığım lanetli haz, o hiç susmayan, beynimi tırmalayan çığlıklar... “Anne!” diye sayıklayan küçük çocuklar... Onların karşısında kendini beyaz atlı prens sanan aptal bir çocuk... Ve onun keskin yüz hatları, bal rengi saçları, elinde sımsıkı tuttuğu “Ay Çeliği”nden yapılmış kusursuz kılıcı... Gece kadar siyah gözlerinden yaşlar zarafetle aşağı doğru düşerken dudaklarından dökülen keder dolu, cehennem kadar sıcak, Ay Çeliği kadar keskin, beklenti dolu tek bir sözcük: “Anne...”  


Kabuslarım, asla terk etmiyor beni. Benden geriye kalan tek şey, onlar... Belki de düzelecek olan bir kalbin çaresi da onlardır, o zaman onlardan kurtulamamam iyi bir şey... Sonuçta, bu iyiliği hak etmiyorum. 


Anlamsızlık. En büyük acı budur belki de. Hayatında hiçbir şeyin anlamının olmamasını fark etmek, başlı başına bir çöküştür zaten. Fakat bir de ölümünün bile anlamsız olması, bu toplu yok oluş demektir. Bir saniyelik, buz gibi Ay Çeliğiʼni hissetmelerinden sonra, sonsuz zifiri karanlığa boğulurken akıllarından bu mu geçiyordu acaba? Mutlak anlamsızlık. Zavallı birisiyim ben. Onların hayallerini, umutlarını alıp götürdüm. Bunları ne melun sözlerle ne de uçuk ideallerim ile yaptım. Sadece bir kılıç darbesiyle. İnanabiliyor musun? Bir kılıç darbesiyle! Anlamsız hayatının çılgın gözlerle seni süzen bir katil tarafından alındığını düşün. Aklından geçen son şeyler, bir amaç uğruna öldüğünü düşünmen ve sonsuz karanlığın esiri olmadan önce, “Ne kadar zavallıyım...” gibi bir iç çekiş olmalı. Gereksiz yere öldürmekten, masum bir cana kıymaktan daha kötü bir şey bu: Son anlarında onu korkuya boğmak. 


Derler ki: “Sadece gerçekten acı çekenler, gölgenin içindeki ışığı görebilir.” Hayatımın son birkaç yılı pişmanlık, nefret ve acı ile geçti. Ama hâlâ o ışığı göremiyorum. İstediği kadar loş olsun, istediği kadar minik olsun, o ışığı görmek istiyorum. Herkesin gördüğü o umut ışığını görmek, hissetmek ve ona göre yaşamak istiyorum. Fakat bunu görebilecek kadar değerli miyim, işte orası şaibeli. 


Bilgenin biri zamanında bana, “Sevgi akıllıca, nefret ise aptalcadır.” demişti. Ne kadar da haklıymış. Bu söze göre yaşasaydım sıradan bir hayatım olurdu ama mutlu olurdum. Mutlu ve huzurlu. Fakat son pişmanlık, neye yarar sağlar ki? Kendi içini kavurup yakmasından başka, hiçbir şeye!   


Beni yanlış anlamayın, hayatım boyunca sevdiğim çok insan oldu. Ailemi, arkadaşlarımı, bana yardımcı olanları, bana değer veren herkesi ve ‘onu’ sevdim... Acaba sorun bu muydu? Bir Rendan'ın birilerini sevmesi lanetli bir yol muydu? Bilmiyorum... Fakat tek bir şeyden eminim: Sevdim ve sevildim. Belki içimdeki nefretin büyümesine bu sebep oldu. Sevdiklerimi kaybetme korkusu, içten içe yiyip bitirdi belki de beni. “Daha fazla güç!” diye sayıkladım durdum... Fakat şunu öğrendim ki, her şeyi elde ettiğinde bile, bazen yapabileceğin hiçbir şey olmuyor. Elde ettiğim güç karşısında, ruhumun yok olmasına değer miydi? 


Elde ettiğim güç karşısında, insanlığımı kaybetmeye değer miydi?   


Bazen geçmiş bulanıklaşıyor. Yaşadıklarımı hayal meyal hatırlıyorum. Arkadaşlarımın isimlerini bırak, simalarını bile hatırlayamıyorum çoğu zaman. O yaşadığım anılar, teker teker belleğimden silinip gidiyor. Ama o günkü, o lanet günkü anılarım asla kaybolmuyor. Bir tanrıya inansam beni imtihana tuttuğunu, bunları yaşamamın bir amacı olduğunu, hakkımda kutsal bir planın var olduğunu düşünürdüm. İnançlarına körü körüne bağlı bir insan başına bir şey geldiği zaman başını eğip şükrediyor, “Tanrı, gizemli yollarla çalışır...” diyerek bütün karşı çıkışlara boyun eğdirtiyor. Bir günlüğüne dahi olsa öyle düşünmek isterdim... Sanırım.  


En kötüsü ise birlikte anılar edindiğim insanların yavaş yavaş bir anıya dönüşmesi, sonrasında o anıları bile hatırlamamak. Yaptığım onca şeyden sonra, bunları hak ediyorum belki de. Ama... Lanet olsun. Sevdiklerinin yüzlerini bile hatırlayamamak. Bundan kötüsü olamaz sanırım... Tek bir dileğim var bu hayattan: Onları son bir kez görebilmek. Son bir kez, rüyamda onlarla birlikte olmak. Beni hayatım boyunca takip edip avlayan kabusların sona ermesi ve son rüyamın, arzuladığım düş olması. Benim gibi birisi için fazla güzel bir dilek. Ama elimde değil... Umuttan başka bir şey yok ki elimde. 


Bizi biz yapan şeyanılarımız mı? Anılarımız olmadan kendimize yaşıyor diyebilir miyiz? “İnsan” dediğin varlık, bir yaratılış hatasından ibaret değil mi? Sevgisiz bir hayat, yaşamaya değer mi? Bütün bu soruların cevapları bir yerlerde. Biliyorum bunu. Ama onları arayacak gücü kendimde bulabilir miyim, işte bunu bilemiyorum. Fakat şunu biliyorum ki, acı dolu bir hayat için güçlü bir hafıza en büyük cezadır. Dönüp baktığımda, hayatım ne kadar acıyla dolup taşmış olursa olsun, hiçbir zaman yalnız değildim, şu anın aksine. Onların yüzlerini anımsayamasam bile, sevgileri sarıp sarmalıyor ruhumu. Önemli olan bu, değil mi? 


Büyüdükçe anlıyoruz hayatın ağırlığını, var olmanın dayanılmaz hafifliğini. Yavaş yavaş baskı, stres ve kaygı sarıp sarmalıyor bütün vücudumuzu. Buna rağmen hep bir iktidar arayışındayız. Toprak, para, itibar... Herkes dağın tepesine çıkmaya çalışıyor, ezilenlerin omuzlarının üstünde! Hep bir iktidar arayışındayız. Ama tek bir iktidar arayışı hariç: Benliğimizde saltanat. İçimizdeki iktidarı sağlayamadan başkalarına hüküm sürmeye çalışmak, bundan daha komik bir şey olamaz herhalde. Kendi zihnimizi bile kontrol edemezken başkalarını etkilemeye çalışmak, ne kadar da gülünç!  


Bazılarımız şanslı doğuyor: Ben de onlardan biriyim. Hiçbir zaman yoksulluk çekmedim, hiçbir zaman yarın yemek yiyebilecek miyim diye düşünmedim. Dış dünyaya açıldığımda merak ettiğim şey insanlardı. “Özgür oldukları için ne kadar mutlulardır ama!” Ya da ben öyle sanıyordum... Gördüğüm şey, çaresizliğin ve korkunun vücut bulmuş halinden başka bir şey değildi. Ve düşünmeye başladım, yavaş da olsa, geç de olsa, düşünmeye başladım... 


Hayatın mutluluğunun ne kadar adaletsiz dağıtılmış olduğunu er geç anladım.


Herkes bir çöküş içinde. Hem fiziksel hem de zihinsel olarak. Vücudumuz yavaş yavaş istediğimiz gibi hareket etmemeye başlıyor, belleğimizde boşluklar oluşuyor. Peki “Yaşamın Özü”, bu ikisinden ibaret mi? Eğer bir ruhumuz varsa bütün duygularımız onun içinde saklı mı? Acaba yaşamın temeli, bu çöküş içinde saklı da mı biz onu göremeyecek kadar kibirli ve salağız? Bütün bu sorular canımı sıkıyor. Fakat daha da canımı sıkan bir şey var ise o da bütün bu soruların cevaplarının, kayıp belleğimde yer edebiliyor olma ihtimali.


Şu an yağmur yağıyor. Boşanırcasına hem de. Bu yağmura bu dünyada çok sevdiğim başka bir şey eşlik ediyor: Müzik. Şehirdeki insanlar, yağmuru umursamadan ezgilerini mırıldanıyorlar. Yaşlısından gencine, soylusundan kölesine. Hepsi, uyum ve ahenk içinde. Her şeyin olması gerektiği gibi. Sanırım onlar için özel bir gün olsa gerek. Ah, çok hoş. Annemin mırıldandığı ezgilere benziyor. Hatta... Aynılar! Annemin yüzünü belli belirsiz hatırlıyorum ama ona dair hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Beni sevdiğini içten içe düşünüyorum... Ama hatırlamadan nasıl emin olabilirim ki! Bu hoş ezgiler, yağmurla birleşince resmen bir ilahiye dönüştü. Ama şehir halkının sesini duymuyorum artık. Tek bir ses, yağmurla birleşen tek bir mükemmel ses, diğer bütün sesleri bastırdı. Annemin o güzel mi güzel sesi... O saçlarımı okşarken bu kusursuz müzik ve mükemmel yağmur manzarası eşliğinde, o bana sevgiyle mırıldanırken uyuyakalmak istiyorum. Sonsuz geceyi aydınlatan yıldızlara bakakalmak, geceye doğru uçmak, sonsuz kozmosta kaybolmak istiyorum. 


Uyuyakalmak ve hiç uyanmamak istiyorum...  


Ben de kendim bir söz yazarı sayılırım aslında -her ne kadar Nea'zeali’nin yanından bile geçemesem de-. Sürgünüm sırasında edinmiştim bu hobiyi. Kendimi güzel hissetmeme neden oluyor, bir şeyler başarıyormuşum illüzyonunu çok iyi yaratıyordu. Bunun farkına vardığımı düşündüğünüz için artık yaratamıyor olduğunu anlamak pek de zor olmasa gerek. Hiçbir zaman bir şarkı veya şiir yayınlamadım. Sahte isim bulmak eğlenceli olabilirdi ama. Hele ki şahsıma kendim adıma bu kadar isim takılmışken: Kaq’Zin, A’lith, Vearon... Bunlardan bahsederken bana koyulan rumuzları da unutmamak gerek aslında: Şeytanın Yeryüzündeki Gölgesi, Kral Katili, Sürülmüş Rendan, Buz Ölüm... Sonuncusu hariç hepsini hak ettiğimi söylemem lazım. Ama sahiden, Buz Ölüm de neyin nesi öyle?   


Belki başka bir hayatta, başka bir kâinatta iyi bir söz yazarı olarak kariyerime devam ediyorumdur.  


Zamanında birisi bana -kim olduğunu hatırlamıyorum- “Kendini ne zaman yalnız hissedersen yıldızlara bak. Seninle konuşmayabilirler... Ama seni asla terk etmezler.” demişti. Bu söz bana başta “saçmalık” hissi uyandırsa da sürgünüm sırasında çok iyi anladım ne demek istediğini. “Sürgüne katlanabilmemi” sağlayan ender şeylerden birisiydi yıldızlar. Uzaktan o kadar büyüleyici, o kadar ulaşılmaz geliyorlardı ki, onlara bakıp imrenmemek elde değildi. Sürgündeyken onların yalnızlığıyla kendimi bağdaştırdım. Bu koskoca kâinatta yıldızlar bile kendilerini yalnız hissedebiliyorlarsa ben kimdim ki? Bir toz zerreciği kadar önemsiz, bir böcek kadar değersiz. 


Belki de hepimiz, birer kayıp ruhlarız. Evreni kolaçan eden, zavallı kayıp ruhlar. İyiyi ve kötüyü, karanlık ve aydınlığı, sevgiyi ve nefreti birbirinden muazzam bir güçle ayıran ama birisi var oldukça diğerinin de var olacağını anlamayan ahmak ruhlarız. Sadece rüyalarında özgür olan, uyandığında prangalara vurulan tutsak ruhlarız. Belki de sadece gerçeklik ve rüya arasında sıkışıp kalmış, yalnız ruhlarız. 


Yaşamayı dahi hak ediyor muyum etmiyor muyum, bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Bu soruya asla cevap veremeyeceğim. İnsanların bu konuda fikirleri elbette var. Onların her konuda fikirleri oluyor zaten, işleri olsun olmasın. Peşime taktıkları suikastçılar, kılıcımda can veren savaşçılar. Bu kadar can almışken yaşamayı hak ettiğimi söylemek, onlara saygısızlık olurdu herhalde. Ama diğer bir yandan, kim ölmek ister ki? Belki kafanızda bir cevap belirmiştir, tahmin edeyim: Kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar. Fakat, buna katılmıyorum. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar bile, bir şeyler aramaya devam ederler. Hayatlarını daha değerli, daha anlamlı hale getirecek bir şeyler ararlar. Canavar yaratmak gibidir aynı. Fakat kimse, hayatını anlamlı hale getiremez. Bize verilen rolleri oynarız, yörüngemizin dışına çıkamayız. Şimdi üstüne düşününce ne için savaştığımı dahi berrak bir şekilde hatırlayamıyorum... Ne uğruna savaştığımı dahi hatırlamıyorum ve hâlâ öldürdüklerimin hayatına anlam katmaya çalışıyorum... Zavallıyım ben! 


Geceyim ben... Sonsuz karanlığa hâkim olan...  

Işık olsaydım keşke... O sonsuz karanlığa çare olan! 


Anlamsızlık. Onların hayatı anlamsız mıydı? Bu zalim dünyada doğdular, yetiştiler ve can verdiler. Katilleri ise hâlâ dışarıda. Hayatları, anlamsız mıydı yani? Haklarında hiçbir kutsal plan yok, hayatlarının hiçbir anlamı yok, canlı veya ölü fark etmeksizin. Belki bunun farkına varmak bile başlı başına bir lanettir, ne dersiniz? 


Son nefeslerini vermeden önce, hepsi bir amaç uğruna öldüklerini düşünmüşlerdir kesin. Sadece benim kılıcımla can verenler değil, beni korumakla mükellef olanlar dahil... Bunu, görevleri olduğu için değil, bana değer verdikleri için yapmış olmaları, canımı çok acıtıyor. 

Hepsi sanki benim hayatıma zorla sokulmuş gibiydiler, ne yaparsa yapsınlar, ölümden kaçış yoktu... Ve bu sebeple, benden kaçış yoktu... 


Sanki onların kaderleri, benim kaderimle mühürlenmişlerdi. 


Kader dediğin iki ağızlı kılıç, birisi ben, diğeri de ölüm! 


Hayat denilen okyanusta naçiz bir balık gibi yaşayıp göçüp gittiler... Onların hayatları anlamsız mıydı? 


Hepsi hayatta kalmak için nefret çarkının bir parçası oldu. Yörüngelerinin dışına çıkmayıp onlara prangalanmış “kadere” teslim oldular... Onların hayatları anlamsız mıydı? 


Onların cesetleri üzerinde yürüyorum! Onların hayatları anlamsız mıydı yani? 


Hayır! Bu doğru değil! Onların hayatları, anlamsız değildi. “Kader Kılıcı” tarafından alınan canları, Kader Kılıcı tarafından korunamayan canları, Kader Kılıcı için verdikleri canları anlamsız değildi! Hepsinin acısını, sevinçlerini, hayallerini içimde taşıyorum. Ben var oldukça onlar asla solup gitmeyecekler. İçimde, benimle birlikte hayat bulacaklar. Hayatları, kılıcımın parıltılı ucuyla son bulmuş olabilir. Ama bu bir son demek değil! Ölüm, bir son değildir! Eğer seni anacak, yasını tutacak birisi var ise ölmüş sayılmazsın. 


Unutulmak, işte gerçek ölüm budur! 


Dünya, zalim bir yer. Adillikten uzak, merhametten yoksun. Kasvetli mutluluktan eksik, karanlıkla bütünleşmiş bir yer. Kötülükle dolup taşmak üzere olan kızgın bir kap gibi. Cehennem bomboş çünkü bütün iblisler burada, yanı başımızda!


Fakat her şeye rağmen, bütün kötülüklerine rağmen yine de çok güzel bir yer... 


Savaşmaya devam edeceğim. Zira, elimden gelen tek şey bu. Ne olursa olsun, savaşmaya devam edeceğim...


- Yaşamın ve Ölümün Fısıltısı