Eğer yeterince edebîleştirirsek meşrulaşır mı tüm ahlaksızlıklarımız? Meşru kabul görmediklerimiz zaten edebîleştiremediklerimiz mi? İlerleyiş her zaman iyi mi? Yoksa buharlı trenler icat edilmeden önce daha mı mutluydu insanlık? Şimdi bu hikâyenin ana kahramanı, akrebin yelkovanı kovaladığı zaman çukurunda, buharlı olmasa da insana hiçlik hüznü veren treninde giderken aynı şeyleri düşünüyordu. Zaman, sistem ve tren daha önce hiç olmadığı kadar eksiksiz ve kusursuz işliyordu. O anda orada olması gereken herkes trende, tren o saatte olması gerektiği yerdeydi. Zaman ve insan karışmış olduğu harmoni içerisinde birbirine kıvrılıyor ve akıllara asla “Bu işin en doğrusu bu mu? İnsan, yaşamını nasıl 24 saate sığdırır?” gibi saçma sorular düşürmüyordu. Ancak bu trendeki intibakın dışında kalan 5, 8 ya da 11. vagonun 28, 37 ya da 42. koltuğunda oturan Adil kendini bütün bu karmaşık uyumdan muaf tutuyordu. Birileri bir yerlerde ölüyor, birileri doğuyor ve Adil aynı zaman içinde saat 2.15 treniyle bedenini taşıyordu. Şimdi sürüklediği bu vücuda göre yaşam sıkıcı ve anlamsız bir boşluktan ibaretti. İlk fetüs taneleri trajik bir tesadüf ile yeryüzüne damlamış, küçük insancıklar yeryüzü ve gökyüzü arasında sıkışıp kalmış ve sonrasında ölümüne kadar olan zamanı boş geçirmemek için kendine uğraşlar edinmiş, birbirini öldürmüş, savaş ilan etmiş, adalet sistemi geliştirmiş, toplumlar hâlinde bir şeyleri sevip bir şeylerden nefret etmiş. Öylesine garipmiş ki insan kendi soyundan yozlaşmış ancak soyuna dönenlere yozlaşmış demiş. Herkes bir yerlerde gerçeği, gerçek insanı ararken kimse aslında en nefret ettiğinin gerçek olduğunun farkına varamamış. İnsanlar kara delikler hâlinde çoğalıp yutmuş tüm kaosu ve barışı. Tükettikçe tüketmiş, ne kadar fazla sahip olursa o kadar mutlu olur zannetmiş. Birileri açlıktan ölmüş ama birileri öylesine yemiş ki diğer sevilen insanlara benzemek için kendini aç bırakmış. Hangi hain aklına sokmuş bu düşünceleri bilinmez ama bu hep bu trenle birlikte varırdı insanın peronuna. Adil her zamanki saatinde her zamanki koltuğundaydı. Artık çalışanların bazılarını tanıyordu. Bazılarıyla sohbeti bile vardı. Ne kadar her şey olağan gibi görünse de trende yerine oturmayan birisi vardı. Her seferinde Adil ile aynı vagona binip sürekli aynı koltuğa oturan birisi. Oturduğu koltuk Adil’in önünde kalırdı ama arkası hep dönük olurdu. Adamı peronlarda dolanırken ya da beklerken hiç görmezdi, sadece trene girdiği an öndeki koltukta belirirdi. Sürekli aynı lacivert ceketi giyip aynı yeşil fötr şapkayı takardı. Yürüyüşündeki aksaklık, konuşmasındaki ağırlık insanı boğar ve hapsederdi. Günlük olarak seçtiği sadece işlevsel üç beş kelimeden birini konuşmadan önce uzun süre düşünürdü. İşin asıl garip olan kısmı adamın her gün indiği duraktan bir öncekinde inmesiydi. Bu adam bütün bu yerlere niçin giderdi, kimi arardı, öylesine merak ederdi ki… Adil adamın yarattığı gizli cazibenin çoktan etkisine kapılmış, adamın kim olduğu, ne iş yaptığı hakkında senaryolar üretir olmuştu. İşte tüm bu tren yolculuklarının – hangisi olduğunun çok da mühim olmadığı- herhangi birinde Adil’in başına ne kadar iyi ne kadar kötü olduğunu söyleyemeyeceğimiz bir şey gelmişti. Dünya üzerindeki yaratıklar gelmekte olan tehlikeyi görselerdi kaos hayatlarına daha da müşterek olurdu herhalde, yaptıkları ya da yapacakları her eylem tehlikeyi getirenin görevinin engellenmesine ve aralarında çatışmaya sebep olurdu. Ancak gene de her insan istemiştir bu içgüdüyü. Tehlikeyi durdurabilmek, ölümü uzaklaştırabilmek… Neyse ki ana karakterimiz herhalde Ganj Nehri’nde çok yıkanmış, öyle arınmış ki günahlarından o an başına gelebilecek milyonlarca olasılıktan en hafifi patlayıvermiş. Tren aniden durmaya başlamış, freninden çıkan sesiyle yolcuları meraklandırmıştı. Tren görevlileri önce ne olduğunu anlamamış ve makinistin bilgilendirmesi üzerine treni ancak 700 metre sonra durdurabilmişlerdi. Bütün bu olağan dışı durum yaşanırken trenin gizemli yardımcı karakteri garip bir şekilde herkesten fazla telaşlanmıştı. Ayağa kalkmış, camdan dışarı bakıp olup biteni anlamaya çalışmış ancak işe yaramayınca sanki yarattığı enkazdan kaçıyormuş gibi treni terk etmişti. Zaten başından beri trende estirdiği garip rüzgarla insanı meraklandırmış üstüne üstlük şimdi de bu paniği ile insanı çıldırtıyordu. Neden böylesine telaşlanıp alelacele gitmişti ki? Sıradan bir kazaydı işte, görevlilerin söyleyeceklerini dinler, en fazla yarım saat trenin hareket etmesini beklerdi. Ama böyle olmadı işte. Adil zaten trenin durduğunu ve onsuz hareket etmeyeceklerini bilerek adamı takip etti. Adam en arka vagondan lokomotife doğru ayaklarını birbiri ardınca sıralayarak korkuyla yürüyor, Adil arkasından adama yetişmeye çalışıyordu. Adam aniden sanki karşısına bizim göremediğimiz bir engel çıkmış gibi ayakları birbirine dolanıp düştü. Adil adama bu kez yetişebildi ve hemen omzuna destek vererek yerden kaldırdı. Adam şaşkın ancak acele gözlerle Adil’e baktı.
-Tamam, sağ olun, deyip Adil’in ellerinden kurtulmaya, kaçmaya çalıştı ancak Adil kadar çok istiyordu ki bu adamı tanıyabilmeyi, bırakmadı.
-Sizi trenden çıkarken gördüm, çok telaşlıydınız. Muhtemelen bir şey ezilmiştir ya da küçük bir sorun çıkmıştır. Tahmin ettiğiniz kadar mühim bir şey yoktur, merak etmeyin.
-Tabii, tabii kesin öyledir. Makası yanlış bileyince sizin başınız kopmuyor zaten.
-Makas mı? Baş mı?
Adam cevap vermeden yürümeye devam etti. Adil adamın söylediklerinden hiçbir şey anlamamış, üstelik bu garip durum azıcık da olsa ürkmesine sebep olmuştu. Bütün bu farklı durakta inmeler, ani panikler, ürkütücü konuşmalar artık bir amaca bağlansa iyi olurdu. Zaten Adil’in yaşamı öylesine monotonlaşmıştı ki belki de artık kendince şeyler uyduruyor, küçük kıpırtılarda bile bir heyecan, bir macera arıyordu. Hayatında sadece bir amaca ihtiyacı vardı, tüm diğer insanlar gibi bu garip adamın amacını gerçekten öğrenmek istemiyordu, amacını öğrenme isteğiyle yol katetmek istiyordu. Zaten bu yüzden aylardır aynı adamı görmüş olmasına rağmen ilk defa bir cümle kurmuştu kendisine. Eskiden olsa yolculuk boyu adamın arkasında oturur; sırtının büyüklüğünü, hacmini, ensesini, şapkasını inceler, kendince kendini kendi yarattığı hikayelere inandırırdı. Gerçeklik bazen o kadar sıkıcı olur ki insan sadece kendi kurduğu, sonsuzlukla manipüle edilmiş hayallerinin içinde kalır. İşte tam olarak buydu yaptığı. Sonunda ikisi de lokomotife ulaşmıştı. Adam makiniste telaşla ne olduğunu sordu. Tren bir dağ tavşanı ezmiş. O an trenin geldiğini görüp neden kaçmamış neden öylece ölüme teslim olmuş bilinmez ama yaşam böylesine çelişkili canlılarla doluyken bu dünyada daha az dağ tavşanı olarak var olmak istemiş olabilir ya da sadece onlarca memur, iş insanı dağ tavşanı arasındaki tek anarşist olduğu için ölmüş olabilir çünkü bilirsiniz, toplumdan ayrı düşünenlerin sonu hep böyledir. Adam bunu duyduğunda adeta bir yükten kurtulmuş gibi rahatladı. Arkasını döndü, gelişinin aksine pörsüyen adımlarla vagonuna doğru yürümeye başladı. Adil arkasından yetişti.
-Bakın söylemiştim telaşlanmanıza gerek yok diye, niçin bu kadar heyecanlandınız? Ne oldu zannettiniz?
-Tabii söylediniz ancak o an inanmak istediğim şeye inandım, gerçi şimdi bile öyleyim, sen de bir hayli öylesin.
-Yani, herkes böyle yapmaz mı zaten? Herkes inanmak istediğine inanır. Öbür türlü kim zevk alır yaşamaktan. İnsan bu yüzden sevmez ya kendisini reddedenleri, ancak o da reddeder sevmediklerini. Siz peki? Reddeder misiniz?
-Tabi, en başta seninle konuşmayı reddettiğim gibi… Ancak sen bir türlü reddedemedin benimle konuşmayı, bu kadar mühim mi senin için gerçekler? Halbu ki bildiğini biliyorum.
-Benim için kendi yarattığım gerçeklerim önemli ama neyi biliyorsunuz anlamadım, ben aslında, dürüst olmak gerekirse, sizin nasıl biri olduğunuzu çok merak ediyordum. Çünkü sadece ben fark etmiş olamam, sürekli indiğiniz duraktan bir öncekinde iniyorsunuz. Nedenini merak ediyorum.
-Tabii edersin Adil, ama biliyorum ki öğrenmek istemiyorsun gerçeği, öğrenmek uğruna savaşmak istiyorsun.” Trende en fazla iki kelime biliyormuş gibi konuşan bu adam şimdi bilmiş ve ürpertici bir edayla Adil’in daha önce söylememiş olmasına rağmen ismini zikrediyordu. Üstelik konuştuğu her cümlenin başına “tabii” getiriyordu. Sanki içten içe Adil’i onaylamak, onun düşüncelerini desteklemek istiyordu. Adil şaşkınlık ve korkuyla:
-İsmimi nereden biliyorsunuz? Ben söylediğimi hatırlamıyorum.
-Tabi hatırlamazsın. Hiçbir zaman unutmadın ki…
-Ben cidden anlamıyorum, lütfen neyden bahsettiğinizi anlatır mısınız?
-Tabii açıklarım ama o zaman bütün büyü bozulmaz mı? Sen kendin söyledin, insan kendi gerçeğinde tutuşup yok olmalı, kendi zamanında var olmalı.
-Evet haklısınız, herkesin kendi doğruları vardır ama bu yaşadığımız şey normal değil. Daha önceden tanışıyor muyuz bari ,onu söyleyin.
-Tabii normal değil konuştuklarımız. Anlamıyor musun Adil? Ben seni hep tanıdım, sen beni kendin yarattın.
Ben senin inanmak istediğinim, ben senin gerçeğinim. Sabah kalktığında başında eskimiş bir ağırlıkla beliren, çoğunluğa göre değiştiremediğin, kendine bellediğin bir arpacık yolda katettiğini zannettiğin, üç boyutlu yaşam arafında sıkışıp kaldığın, her gün bir değer için uyandığın ancak her geçen gün değersiz bir ölüme yaklaştığın bilinçli trajedinim ben. Benim bilincim sensin, bense senin gerçeğinim. Şimdi hâlâ neden sürekli bir önceki durakta indiğimi merak edebilirsin. Heyecanlanıp nedenini bulmayı kendine amaç haline getirdiğin kadar fiyakalı olmayabilir ama makasçıyım ben. İnsanların gidecekleri yolları arasındaki seçimi yaparım, aslında insanın en kötü özelliklerinden biri de tek seçim hakkına sahip olmalarıdır. Sürekli bir şeyler seçerler. Bir aile, ideoloji, inanış şekli, sevgi biçimleri… Bir yere, bir düşünceye, bir gruba ait hissetme ihtiyacı, gruplaşmalar, savaş… Kaos bu denli işlemişken insanın özüne bağımsız olmak çok zor. Ama zaten en başından beri biliyordun, bütün bu yaşananları sen yarattın. İnanmak istediğine inandın.
Kendi gerçeğinle kavruldun. Şimdi Adil, sen benden daha iyi bilirsin, malum ama bu tren nereye varıyor hiç düşündün mü? Ben bilmiyorum çünkü sen bilmiyorsun. Nereden gelir onu bile bilmiyorum. Çünkü bir yerden gelmez ve bir yere de gitmez bu tren. Geceyle gündüzü ayırır, Adem’le elmayı birleştirir. Zaman zaman var olup zamanı yok eder. Şehrin soğuğu, taşranın güneşi ayırt etmez, bütün gerçek gibileri kurşuna dizer. Bir yansımasıdır sadece senin düşüncelerinin. Bütün evren sadece senin düşüncelerinin yansıması. Bütün eylemlerin, senin ahlak kuralların ve senin gerçeğin...