Baharatlı patates kokusu tatlı tatlı fırından çıkıp odalarda dolanıyordu. Fırın, bu kokunun aileyi her zaman mutlu ettiğini biliyordu. Onlar adına sevindi. Balık kokusu yaydığında evin büyük kızının düşüncesizce annesine ofladığını duyuyordu ama patates kokusunda kimsenin olumsuz sesler çıkardığı olmuyordu. Büyük kızın bile. 

 

Fırından patatesten önce tavuk çıkarılmıştı. Bu yüzden fırın onlar adına bir kere daha sevindi. Büyük kız tavuk konusundan her zaman mutlu olmasa da yanında patates olması tavuk konusunu unutmaya itiyordu. Fırın, tavuğun küçük kızı mutlu ettiğini biliyordu. Küçük kız annesine ses çıkarmasa da ablasının aksine inatçı bir şekilde yememeyi tercih ettiğinden masada kavga çıkmasının sebebi genelde küçük kız oluyordu. Tabii baba havada oksijen olmasından dolayı bile kavga çıkarabilecek bir potansiyele sahipti. Her zaman değil ama bir günü bir günün tutmazdı. Hele bir de masada telefonu çalarsa...

 

Ama fırın, ocakta şehriye pilavının piştiğini de biliyordu. Hiçbir şey bu yemekler karşısında sorun yaratamazdı. Büyük kız muhalif olma konusunda bazen fazla ciddi oluyordu. Anne araya girmezse çevresinde ona tek muhalif olan bu kıza baba, pençelerini çok geçmeden çıkarırdı. Babanın dinlemekte berbat olduğunu herkes biliyordu, en çok da büyük kız.  


Herkes bunu bildiğinden genelde babayla konuşmazdı ya da babanın duymamasına aynı şekilde karşılık verirdi. Büyük kız buna sinir oluyordu. Daha da üstüne gitmek istiyordu. Babanın çevresini bilerek bir yankı odasına çevirmiş olmasına dayanamıyordu. İşe yaramayacağını bilse de zorla meclise giriyor, sürekli reddedilecek önergeler sunuyordu.

  

Ama fırın, buzdolabında cacığın olduğunu biliyordu. Onlar adına sevindi. Bu yemek tüm sorunların üstesinden gelebilirdi. 


Büyük kız gelip fırından patatesi çıkardı. Küçük kız da masayı kuruyordu. Baba buzdolabından su ve cacığı çıkardı. Baba sadece pazar sabahları kahvaltıya yardım ederdi. Bazen de anne hasta olduğunda annenin içini rahatlatmak -bak sensiz halloluyor, sen dinlen demek- için anne tetikte beklediğinde bir iki şey taşırdı masaya.

  

Küçük kız ablasının doldurduğu tabakları masaya bırakırken annesinin ilk ne zaman tetikten düştüğünü hatırlamaya çalışıyordu. Muhtemelen ablasının evden gitmeden kısa bir süre önce yaptığı yemektedir annesinin ilk defa tetikte beklemeyi bırakması.

  

Babasının hasta olduğunu hatırlıyordu ama annesinin belli bir yaşa kadar hasta olduğunu hiç görmemişti. Annesinin kötü hissettiğini bildiği olurdu ama hiç cidden kendini dinlenmek için yatağa kitlediğini görmemişti. Anne büyük kızın bu sorumluluğu almaktan nefret ettiğini seziyor, babanın da asla bu sorumluluğu almayacağını biliyordu. Büyük kızın milletvekilliğine kendini kaptırdığını -o bir muhalifti, iktidara kendisiyle aynı düşüncede biri bile gelse muhalifliği bırakmazdı- ve her küçük fırsatta babaya saldıracağını biliyordu. Sorumluluk almayı beceremeyen bir iktidar var olmamalıydı. 

 

Masaya oturduklarında büyük kızın kocaman bir açlıkla tabağa saldırmasına alışmış fırın bu sefer isteksizce patatesleri çatallamasına şaşırdı. Geçici bir şeydir, diye düşündü, baharatları hissedince oburluğuyla masaya saldıracaktı. Hem diğerlerinin keyfi yerinde görünüyordu. Onlar adına mutluydu, bu enfes yemekleri tattıkları için mutluydu. 

 

Büyük kız her zaman ev işlerinden nefret etmişti ama en çok nefret ettiği şey mutfaktı. Diğer yapılan işler isimsiz kalıyordu ama mutfak öyle değildi. Domatesi yıkadığı için bile salatada telif hakkı oluyordu. Bu da büyük kızı daha da çileden çıkarıyordu. Bu yüzden belli bir yaşa kadar mutfakta olmanın teklif edilmesine bile çok büyük tepkiler vermişti. Anne ve babasıyla en çok bu yüzden kavga ediyordu. O da ona sürekli tekrarlananları elbet biliyordu. Bir noktada oraya adıyla beraber girmesi gerektiğini biliyordu. Sadece biraz daha geç olsun, şimdi değil, ne kadar uzak durursam iyi; aklından geçenler bunlardı. Bir yıl, bir ay, bir hafta, bir gün, bir dakika, bir saniye, bir an... Biraz daha uzak durmalıydı.

  

Büyük kız ilk kez adıyla beraber mutfağa girdiğinde üniversiteye gitmesine birkaç ay vardı. Anne bu durumdan memnundu. Kızının adını yemekle birlikte yedirecek olmak onu mutlu ediyordu. Kızsa söylememenin türlü yolunu arıyordu, o yemekle beraber adı da kursaklara inmesin diye debeleniyordu. O güne kadar küçük harflerle ismi yazıldığından çok sorun çıkarmamıştı. Sinirleniyordu ama sorun oluşturmamaya gayret ediyordu.

  

Anne bir gün hasta oldu, büyük kız mutfakta olmak zorundaydı. Arada annesi hastalandığında mutfağa giriyordu ama yine de büyük harfli isim annesi oluyordu. Bu sefer annenin adı bile olmayacaktı. Büyük kız yemeği yedirene kadar bunu fark etmemişti bile. Fark ettiğinde ise adını saklamanın hiçbir yolu olmadığını fark etti. Nasıl, nasıl, nasıl... Kendine sormaktan bitap düşmüştü. İltifat duymamak için kulaklarını kesmek, adını değiştirmek, küçük şakalarla kendini unutturmak istedi. Hiçbiri işe yaramadı. 


Anne bu noktada mutluydu. Kızın da mutlu olduğuna emindi. Herkes mutlu olurdu. Kızı da sıradan biriydi işte. Kızının kendisini öyle görmediğini biliyordu. Özel sanıyordu kendini, keşfedilmemiş cevher falan. Anne, enayi diye geçiriyordu içinden büyük kızının bu hallerini görünce. Babasını küçük gördüğünü düşündüğü için tartıştığını düşünmüyordu aksine kendisini küçük gördüğünü düşündüğü için ona babasına olduğu kadar muhalif olmadığını düşünüyordu. Bunu fark ettiğinde de kızına içinden enayi diyordu. Kendini bir bok sanan küçük enayi. Ama hayat ona bir noktada normal olduğunu öğretecekti, o zamana kadar kızının bu budala hallerinin tadını çıkaracaktı. 

 

Büyük kız annesinin sandığının aksine mutlu değildi. Özel olduğundan falan değil aksine sıradan olduğundan mutlu değildi. Mutfak bu dünyada en nefret ettiği yerdi ve zorunda olmasa yapmayacağı bir şey için övgü almak onu daha da beter yapıyordu. Tutku ve istekle yaptığım hiçbir şeye göz ucuyla dahi bakmadılar; neden, neden bundan gözlerini çekmiyorlar. 

 

Büyük kız bu olaydan birkaç ay sonra üniversiteye gitti. Sadece kendisine yemek yapacak olmak mutfağı biraz daha çekilir kılıyordu. Mutlu etmiyordu ama zorundaydı ve karşılığında tokluk dışında ödül almayacağını bilmek rahatlatıyordu. 

 

Ailesiyle hiçbir zaman sağlam bir iletişimi olmamıştı. İlişkileri de güçlü kuvvetli bağlardan oluşmuyordu. Böyle bir noktada bağlarının biraz daha gevşeyeceğini her iki taraf da biliyordu. Buna hazırdılar, kabullenilmesine bile gerek kalmayan bir gerçekti bu. Kızın sık sık aramaması sorun olmadı, her iki tarafın da hayatlarını açıp dökmemesi sorun olmadı. Özel günler hariç kızın eve gelmemesi sorun olmadı, kızın üniversiteyi bitirip iş hayatına atıldığını ailesine söylememesi sorun olmadı, babasının dükkanı sattığını söylememesi sorun olmadı, annesinin küçük kızıyla yaşadığı tartışmaları anlatmaması sorun olmadı... 


Büyük kız arada eskiden evi olan eve gidiyordu. Her seferinde bir şeyler değişiyordu. Bu değişimi gördüğüne seviniyordu. Hayatın onlar için olağan olduğunun işaretiydi. Hayatlarının aktığını bilmek ferahlatıcıydı. 

 

Küçük kız tavuğunu parçalarken ablasının en son ne zaman buraya geldiğini hatırlamaya çalışıyordu. Uzun zaman olmuştu. O zamandan bu yana yine bir şeyler değişmişti. Ablasının bu değişimleri görmekten hoşnut olduğunu söylediğini hatırladı. Hayatın akmasıyla ilgili bir şeyler zırvalamıştı. Ablasının bu sefer hayatın akmasıyla ilgili neler düşündüğünü merak etti.


Kendisinin ve babasının hayatın buraya akmasından nefret ettiğini biliyordu. Geçen gün onu hayatın devam etmesine söverken yakaladığında buna emin olmuştu. Ablasının da kendilerine katılmasını istedi. Her zaman karşıda olmayı sevdiğini biliyordu, bir seferliğine onun tarafında olsun istedi. Acılarının ortak olduğunu duymaya ihtiyacı vardı. Ablasının yalnız olmayı sevdiğini de biliyordu ama o sevmiyordu ve düşünceleriyle onu buna zorlaması delirticiydi.

 

Yemek bitmişti ve fırın bir terslik seziyordu. Mutlu olmamışlardı. Mutsuz değillerdi ama mutlu da olmamışlardı. Büyük kız tabağını makinaya koyarken birazdan işlerin çığırından çıkacağını havada gezinen gerginlikten anlamıştı. Fırın onlar adına gerildi. Bu yemeği bile kavgaya çevirebildikleri için de sinirlendi.  


Küçük kız birazdan olacakları ablasının duruşundan anlamıştı ama geç kalmıştı. Babasını susturmaya fırsatı yoktu. 


   “Afiyet olsun kızım.” 


Ablası bunu bekliyordu, mutfağa girdiği ilk andan beri ilk saldırının gelmesini bekliyordu. İşte o an bu andı. Savunmasında açık yoktu, bu saldırı bir hiçti. Babanın saldırıyı aklının ucunda bile geçirmediğini biliyordu, mükemmel zamanlama. Saldırmak için dört dörtlüktü. 

 

   “Ben annem değilim!” 


Hislerine yenik düşüp bağırdığında her şeyi mahvettiğini düşünüyordu ama bir yanı rahatlamıştı. Hep söylemek istemişti. “Ben annem değilim! Duydun mu? Benden o olmamı bekleyemezsin. Asla olmayacağım. Asla!” 

 

Büyük kız mutfağa girmekten nefret ediyordu. Annesine benzeme ihtimali bile sinirlerini hoplatıyordu. Mutfaktan korkuyordu. Oraya girmek zorundaydı ve girdikçe annesine benzeyeceğinden korkuyordu.

  

Annesi evdeki herkesin babayı iktidar olarak gördüğüne emindi. İktidar erkektir. Bu onun için yer çekimi gibiydi, bunun üstüne düşünmek aklına bile gelmemişti. Büyük kızının iktidarla savaşa girdiğini düşünüyordu. Kendisiyle de sürekli ters düşüyordu ama asıl otoriteyle savaştığı gibi canla başla savaşmıyordu kendisiyle. 


Büyük kız annesinin herkesin babayı iktidar olarak kabul ettiğini düşündüğüne emindi. Ama onun için asıl otorite anneydi. Her zaman öyle olmuştu. Belli bir yaşa kadar annesinin kendisini önemsemediğini, sıradan gördüğü için tatmin edici cevaplar vermediğini düşünmüştü. 


Bu yüzden o, onun savaşmaya değer olduğunu anlayana kadar ona bunu kanıtlamak için babasıyla savaşacaktı. Öyle de yaptı. Sonra aslında onun kendisini cidden sıradan gördüğünü fark etti ama bu sorun değildi, sıradandı, asıl sorun annesinin hiç kimseyle savaşmamasıydı. Gerçekten asıl otoriteyi baba sanıyordu. Bu yüzden susuyordu. Sadece ağzıyla değil tüm bedeniyle susuyordu, beynin susmamış olmasını diledi. Beyni susarsa savaşacak gücü kalmazdı, tüm nedenlerin öylece elinden alınmasına dayanamazdı. 

 

Uzun bir süre annesine sinirinden babasıyla olan savaşını sürdürdü. Bir gün bir konuda yarım ağız da olsa annesinden bir düşünce duydu. Babanın anne gözündeki sahte otoritesinden etkilenen değil, cidden annenin düşüncesi olan bir şey. Hem babanın hem de büyük kızın düşüncesinin zıttı bir şey. Salakça diye düşündü büyük kız. Bunca zaman annesinin aklının harika çalıştığını sanmıştı. Konuşmadığı için kızgındı. İlk defa aklının susmadığını kanıtlayan şeyin bu salakça düşünce olduğuna inanamıyordu. Hayır, buna sinirlenmeyecekti. Her iktidar zeki değildir. Annesi iktidardı ve tek kızgınlığı bu otoriteyi asla ortaya çıkarmamış olmasıydı.

  

Büyük ve küçük kız kendilerine yer yatağı hazırlamıştı. Mutfakta yaşananların üstüne sessizce çay içip dağılmışlardı. Baba çoktan uyumuştu, horultusunun sesi geliyordu. Kızlar yatağa girince küçük kız konuşmanın iyi geleceğini düşündü ama ilk adım ablasından geldi. “Bir daha buraya geldiğimizde yemeği sen yapar mısın? Artık mutfakta olmak benim için en daha da sinir bozucu.”  


Sessizce onaylamakla yetindi. Ablasının zorla kelimeleri toparlamaya çalıştığını, kucağına cümleleri sıkıştırdığını, eteğinden dökmemek için çabaladığını görebiliyordu. Sessizce kıpırdamadan bunu yapmasına izin verdi. 

      

“Mutfağa fazla anlam yüklediğimi düşündüğünü hissediyorum. Sadece annemin susmasına dayanamıyordum anlıyor musun? Neden sadece susup mutfakla yetindiğini anlamıyordum. Kendisi olabilecek onca yer varken hem de... Annem otoriteydi benim için, bu ev için ama o mafyaya bırakmıştı sanki bu görevi. Zorla mutfakla sınırlandırılmış dünyasında bundan keyif almaya çalışıyor gibi gelirdi. Belki cidden orda olmaktan mutluydu, bilmiyorum. Bunu kabullenmek istemedim çünkü o zaman otorite olarak göreceğim bir şey kalmayacaktı. Savaşmak için bundan güç aldım. Orda mutluyduysa bile sonuna kadar savaştığım için mutluyum çünkü bu susmaması gerektiğini gösteriyordu ona. Ama o sustu. Susmasına gerek yoktu. Bunca yaptığım şeye rağmen... Susmamalıydı!” 


Küçük kız az çok ablasının annesine yüklediği anlamı biliyordu. Bu söyledikleri onu şaşırtmadı. Hâlâ aynı mimiksiz yüzle duruyordu, üzüntüsünü bu sözlerle dışa vurmamıştı. Hatırlatmıştı, kendisine neden üzülmesi gerektiğini hatırlatmıştı.

  

“Eve her geldiğimizde bir şeylerin değiştiğini görmeyi seviyorum. Hayatın aktığını, onlar için devam ettiğini bilmek güzel.” Titreyen sesi onu şaşırtmıştı, demek şimdi ağlayacaktı. 

“Yine de... Yarın yedisi ev tekrar kalabalık olur. Mezara tekrar ne zaman uğrayabilirim bilmiyorum. Erkenden gidelim. Ona-” ağladığını gizlemiyordu. “Ona sinirli olduğumu söyleyeceğim. Resmen savaşımı hiçe saydığı için ona sinirli olduğumu söylemeliyim.” Ağlaması korkunçtu, hızlandı ve duruldu. 


   “Keşke bir seferliğine hayat akmasaydı.”

  

Keşke bir seferliğine hayat akmayı durdursaydı. Evde bir şeyler değişmeseydi. Hayatın artık annesi için akmayı durduracağını bilseydi, bilseydi eğer... 

 

Annesinin akışı dururken dursaydı eğer hayat, katlanmamış çamaşırların yanında ilaçlar hiç eğreti durmayacaktı. Sadece annesinin akmadığını çevresinin bir saniye bile duraksamadan akmaya devam ettiğini fark etmek kalbini eziyordu. Şimdi annesinin durmuş akışı hayatın içinde garip duruyordu. Bunu görmek istemiyordu, bunu görmemek için de akıp gitmek gerekiyordu. Ne saçma bir şeydi bu böyle. Yine de aynısını diledi, istedi. 


   “Keşke bir seferliğine hayat akmasaydı.”