Güzel bir akşam yemeğini yemek için önceden yer ayırttığınız güzel bir restorana adımınızı attığınızda, arabada seyir halinde giderken tematik bir radyo kanalına denk geldiğinizde yahut şöyle günün kafein miktarını konsept bir kahvecide almak istediğinizde kulaklarınıza zuhur eden piyano, saksafon ve kontrbas melodileriyle bir Jazz (Caz) müziği dinlediğinizi fark edersiniz. Bir de şöyle müziğin arkasına yaslanmış güçlü bir vokal sesi de duyuldu mu, tamamdır. İşte tüm ruhuyla mekanı dolduran Jazz.


Yoksa Blues mu?


Aslında biz normal müzik dinleyenler için (ki birer odyofil olmadığımızı varsayıyorum) her iki müzik türü de aynıdır. Hatta aynı olmaktan öte tüm yukarıda bahsettiğim şekilde kulağımıza gelen müzikler Cazdır.


No Country For Blues!


Ancak her ne kadar iki müzik birbirine benzese de işin aslına bakıldığında bazı sosyal ve teknik farklılıklar bulunmakta.


Köken itibarıyla Blues ve Caz aynı ortak atadan geliyor diyebiliriz. Coğrafi Keşifler, Sanayi Devrimi gibi gelişmeler yaşanırken; Yeni Dünya denilen Amerika'ya götürülen Afrikalılar, köle olarak çalıştıkları süre boyunca kah memleketlerine kah özgürlüklerine duydukları özlemle kendi müziklerini yapmaya başlamışlar.


Bu yüzdendir ki bu müzik türünün ortaya ilk çıkışı acıyı, hüznü ve özlemi simgelemiştir. Dolayısıyla bu müziğe bir ad verme işlemi geldiğindeyse cenaze ve yas törenlerinin bir simgesi olan çivit rengini uygun görülmüş. Ve böylelikle ortaya Blues müzik çıkmıştır.


Tabii o zamanlardaki Amerika ile günümüzdekini pek karıştırmamak gerek. İkiz Kuleler, Empire States henüz inşa edilmemiş. Büyük çiftliklerde süregiden bir yaşam var. İşte bu gırtlağı müthiş ağabey ve ablalar, Yeni Dünya'nın kırsallarında kendi aralarında müziklerini çalmaya başlıyorlar. Bundan mütevellittir ki Blues bir kırsal müzik anlayışını ve aynı zamanda Eski Afrika geleneklerini temsil etmektedir.


Bir sanat dalının yerinde sayması, değişmemesi, başka kültürleri etkilediği gibi başka kültürlerden etkilenmemesi beklenemez.

Zaman alıp başını ilerlerken Blues müzik de Yeni Dünya'dan etkilenmeye başlamış, ülkenin dört bir yanı metropolleşirken Blues müzik de yavaş yavaş kentleşmiştir.


1800'lü yıllardan sonra köleliğin yavaşça tarihin karanlık odalarına hapsolmaya başlamasıyla Blues önce Amerika'ya, ardından da tüm dünyaya yayılmış. Bu yayılış sırasında da farklı kültürlerden farklı şekilde etkilenmiş, Eski Afrika geleneklerinin ve süregelen belirli müzik kalıplarının dışına çıkmış, farklı yorumlarla ve daha özgür bir ifadeyle kendisini Jazz müziği olarak bulmuştur.


Blues ağırlıklı olarak saksafon tınılarıyla dolabilirken; bu tınılara kontrbas ve piyano gibi daha modern tınılar eklenmiştir.

Blues, yaşanılan acıların müziği olarak daha melankolik bir seyir izlerken; şehirleşme ve insanoğlunun daha da sosyalleşmesiyle birlikte Jazz, müziğe hareketlilik ve dinamizm kazandırmıştır.

Blues geçmişi itibariyle söylenen şarkıların, bununla birlikte vokallerin ön plana çıktığı bir müzik türüyken; Jazz ise daha başka enstrümanlara yer verdiğinden daha karmaşık melodileri gerektirmiş ve bu nedenle de enstrümanları ustaca çalan kişileri ön plana çıkarmıştır.


Oysa 1920'lere dek iki müzik türünde böylesi bir ayrım gözetilmezken, iki müziğin icrasında ortaya çıkan ritimdeki teknik farklılıklar ayrımın da detayını oluşturmuş.

Blues 4/4’lük, 3/4’lük ve 6/8’lik gibi ritimler kullanırken; Jazz bunların yanı sıra 5/4’lük, 6/8’lik, 7/8’lik, 9/8’lik ve 13/8’lik gibi pek çok ritmi kullanır.

Her ne kadar 1960'larda iki müzik türü birleştirilmeye çalışılsa da başarı sağlanamaz. Jazz ve Blues kendi yollarında, kendi usül ve özellikleriyle ilerlemeye devam eder.


Tipik bir Blues örneği için Bessie Smith - St. Louis; Jazz örneği için ise Miles Davis - Freddie Freeloader eserlerine kulak verilebilir.





Yazar: Can Badegil