Yazdığım her satır attığım bir çiziktir karanlığa. Her birimiz gibi ben de karanlıkta doğdum, büyüdüm, geliştim. Sonra aydınlığa çıktım habersiz bir sabahın ilk ışıklarında. Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm şey kelimelerdi. Önce onlar sarıp büyüttüler beni. Sonra ben onları emzirdim, karınlarını doyurdum, hayata hazırladım. Yaşayacağım ne varsa kelimelerin sessizliğine gömülüydü; kazdıkça derinlerde hesapsız bir kuvvet buldum. “Yazmak yaşamaktır.” demişti bir yazar. Bence yazmak, yaşamın tam göbeğinde sancılı bir doğumdan daha stresli, daha acı verici. Kelimeler göğsümün boşluğundan ıkındıkça dökülüyor sayfalara. Alnımdan akan satırlar onca acının, onca yorgunluğun göstergesi. Ama bunca sıkıntının üstüne nur topu gibi bir eser ortaya koyabilmişsem, işte o an kağıtlara sımsıkı sarılıp cümlelerin gözlerinin içine bakıyorum ve derdimin dermanıyla hemhal oluyorum.


Yazdığım her satır kaybolmuş ruhların sularla buluşmasıdır kavrulmuş çöl sıcağının altında. Uyku durak bilmeden koşuşturdum kelimelerin boşluklarında. Fikirler kefene sarılmış, kollarıma buluttan bir kelepçe takılmış. Gökyüzü yangının orta yeri. Bir yaz akşamı yağan kırkikindi yağmuru tenimi eritiyor. Kelimeler çıkışı olmayan bir labirentin son dönemecinde yüzüme gülümsüyor. Eskimiş düşüncelerin iniltili tahtalarından kurulan darağacına ilerlerken vurdumduymazlığın o keskin kokusu burnuma geliyor. “Yazmasaydım delirirdim” diyen Sait Faik’in dediklerine katılmıyorum. Belki de yazmak deliliğin son raddesidir. Destanların bu kadar abartılı, bu kadar doğaüstü olmasının sebebi de belki anlatılanları derleyip toparlayan yazarların yazının öz suyunu içtikten sonra delirmeleridir. Çünkü yazdıktan sonra akıllı kalabilmektense su üzerinde koşmak daha kolay sanki. 


Yazdığım satırların ağırlığı katlanıyor avuçlarımda parça parça. Madeni bir bozgunun dikiş tutmayan hisarında parçalanmış kelimeler. Etkisi kalmamış sözlerin kristalleşmiş toz yığınları arasında adımlarım gidiyor bir ileri bir geri... Oysa benim bildiğim kelimeler dünyalar kadar büyüktü. Masaya yumruğunu vurduğu zaman sinelerini dağlardı başıbozuk insanların. Şimdi hayatlarımızın yanından geçen küçük bir karınca misali varlığını bile hissetmez hale gelmişiz. Körelmiş duyguların tarif defterinde soyutlanmış. Yalnızlığımızı kelimelerin mihengine vurdukça kırılmış kalplerimiz.


Yazdım ve yazdıkça yanıldım. Satırların faydası olur zannettim içimdeki cehennemi söndürmeye. Oysa ben yazdıkça vicdanımı kesti bir odun gibi kelimeler, içime attıkça harlandı alevler. Çaresiz devam ettim kağıtların ellerinden tutmaya. Tükeneceğimi bilmeden zaman sofrasının misafiri oldum. Gözlerimden toprak kokusunun aktığını gördüm bir akşamüstü. Aynalara sordum, “Nedir bu?” diye. Dediler ki:

“Vakitler kısaldıkça çoğalır, çoğaldıkça kısalır. Rotasını kaybeden her geminin demirleyeceği bir liman vardır.

Ya bugün varırsın ya yarın birkaç kelime sırtında gelir seni alır.”

İşte aynaların sözlerini şimdi anlıyorum sanırım. Dönüşü olmayan bir yolculuğun son biletiymiş kelimeler. Varılacak son durağın sahipleriymiş meğer.