İçi kokuşmuş bir denizin taşlara takılan yosunlarıyız. Bir yanımız akıp gidene kapılırken diğer yanımız kök salma savaşı veriyor. Ne akıp gidene ayak uydurabiliyoruz ne de taşlara karışan bir toz tanesi olabiliyoruz. Kaldığımız bu ikilemin içinde var olmanın yüceliğine ulaşmaya çalışıyoruz. Bizi çekip götürmeye çalışana var gücümüzle direnirken öte yandan taşla adlandırılmamak için tutunmuyoruz. “Kabul görmeyenlerin içinde ben buyum diyebilmektir; var olmak” bunu en iyi biz biliyoruz. Bu yüzden kalıplara ayak uyduramıyoruz çünkü kalıbımızı oluşturmanın, bir kalıba girmekten kolay olduğunu en başından biliyoruz. Onlar kalıplarının sınırlarını kalınlaştırırken her defasında biz dünyayı kucaklamak için kollarımızı bir o kadar açıyoruz. 


İçi kokuşmuş bu denizde hepimizin birer yosun olduğunu biliyoruz ama onları balık oldukları fikrinden bir türlü uzaklaştıramıyoruz. Salt çoğunlukla kabul edilmiş gerçeği sayfalarımıza yazmadıkça denizi kokutan yosunlar olmaya devam ediyoruz. Suyun üzerinde yüzen balıklara sebep gösteriliyoruz. Yansıyan, yansıdıkça dalgalanan suretlerin alnına düşen bulanıklığa sebep gösteriliyoruz. Bir balıkçı teknesi geçse uzaktan, deniz dalgalanmaya görsün, sebep gösterilen bakışlar sis bulutu gibi çöküyor üzerimize. Ve şu gerçeği kabul ediyoruz; akıp gidenle de anılmıyor adımız bir parçası olmadığımız taşla da fakat denizi kokutmaya sebep olanlarla aynı çukurun içinde kabul görüyor varlığımız. Her ne kadar mensubu değiliz desek de hepimiz aynı dalganın salınışıyla eksiliyor, aynı rüzgarın yönüyle savruluyoruz.